Sayfalar

Fotoğrafım
İnsanın kendi hakkında ne diyeceğini bilmesi için bu konuda ayrıntılı bilgiye sahibi olması gerekiyor. yani insan önce kendini tanımalı... ve bunun içinde ben kimim sorusunu kendisine sorup yıllarca sürecek bir kovalamacanın içerisine girmesi gerekli. açıkçası ben kendime bu soruyu şöyle adam akıllı maskelerimi çıkarıp, aynanın karşısına geçip soramadım.. Ayrıca bu iş için insana biraz da cesaret lazım... her yiğidin harcı değil anlayacağınız...

21 Aralık 2008 Pazar

CHP'nin Açılımsızlığı

AKP'nin kendisini iktidar partisi yapan ve umutları çuvalına koyup milleti peşinden sürükleyen etkisi Dolmabahçe Görüşmelerinden sonra son buldu. AB'den vazgeçildi, Kürt sorunun rafa kaldırmakla kalmadı MHP'nin bile ötesine geçti, zamlar-enflasyon-işsizlik üçgeniyle ekonomik çöküntü yaşandı, yolsuzlukları ortaya çıktı, Medya ve Tüsiad ile yollarını ayırdı. Son dönemde sadece Alevilere yönelik tek bir değişim adımı atacaktı ancak dedeler "biz kendimizi asimile etmeyiz" deyince o da olmadı.

İşte tam bu anda AKP kendisini ortadan kaldırmak için can hıraş bir şekilde mücadele ederken Baykal muhteşem bir zamanlamayla ortaya atladı. Önce eskiyi sineye çekip Karayalçın'ı Ankara'dan aday gösterdi ve bizi şaşırttı. Sonra Kemalizm'in kendisine düşman olarak seçtiği kara çarşaflıları rozetleri taktı. Bununla da yetinmedi, Kürtlere göz kırpmaya başladı. Etnik kimlikten Üniversitelerde kendi dillerini yaşatmak için kürsülerin kurulup bölümlerin açılmasına kadar bir dizi insanlıktan söz etti. Sonra sözü sendikalara getirip emekçilerle elele tutuşmak için ağzında birşeyler geveledi...

Haklı olarak birileri çıkıp Baykal kendisini yeniliyor, büyük değişimler yapacak, acaba Gorbaçov olabilir mi? diye sordu. Baykal çok az insanın kafasında soru işaretleri eklemeyi becerse de çoğu kimse ona inanmadı.

Ve soru işaretleri ile dolu olan zihinler dün CHP'nin olağanüstü kongresinden sonra rahatladı. Tüm bu değişimlerin üzerine program ve tüzük için kurultay yapılınca "Baykal gerçekten birşeyleri değiştirecek, samimi" diye düşünülmeye başlandı. Herkes CHP'den devrim tadında kararlar beklerken kurultaydan geriye sadece Başkan'nın daha faşizan niteliklere sahip olmasını sağlayan kararlar çıktı. Genel Sekreterlik kurumu bile ikinci adam pozisyonundan çıkarılıp bir yazışma memurana dönüştürüldü.

Sovyetlerin yıkılmasından sonra solla sağ arasındaki fark epey kapanmış, takiyeler ve günlük pragmatist taktiklerle iş götürülmeye çalışılmıştı siyasi partiler tarafından. Her biri vaad eddiği değişimlerin hiç birini gerçekleştiremediler...

Toplum bunalıma sürüklendiğinde zamanın ruhuna uygun olarak herkes bir değişim, kurtarıcı beklerler. 2001 krizinde Derviş gelmiş ve bizi kurtarmak için reform üzerine reform yapmıştı. Ama hiç bi şey başaramadı. Sonra toplumu değişim vaadeden AKP geldi. Onun şimdiki halini görüyoruz. Ve en son kısık sesiyle de olsa, sadece iki üç haftaya da sığdırsa CHP.

Derviş'in Dünya Bankasının adamı olduğunu biliyorduk ama o kurumun kapitalistlerin dünyayı sömürmesinin bir aracı olduğunu es geçtik. AKP'nin burjuva hayalleri kuran, din destekli, ucuz açgözlülerden oluştuğunu biliyorduk ama demokrasi ve değişime inanmadıklarını es geçtik. Ve CHP. Onun da Kemalizmin yegane savunucusu, otoriter, milliyetçi olduğunu biliyorduk ama Baykal'ın on yıllardır süren kişiliğini es geçtik.

Toplumu sıkan bu faşizan baskıcı yönetimlerden kurtulmak için hep yanlış yerlerden umut bekledik. Eğer siyasi partiler değişim için mücadele ediyorlarsa buna "sözde değil, özde inanmaları" gerekiyor. Ucuz politik taktikler yerine, üç beş oy daha fazla almak için MHP'nin Alevi açılımı yada AKP'nin Edirne'deki rakılı sofraları sonuçta sadece insanı aptal yerine koyuyor. Alevi katliamlarını kimlerin yaptıklarını yada Belediyelerin içkili yerleri kapatmasını es geçmek yine bizi aynı sonuca götürüyor: Hayal Kırıklığı.

Düşüncelerini tamamen sakatlık olarak tabir etsem de sözde değil özde olan partiler de var. Liberal Parti bunlardan biri. Liberalizme sonuna kadar inanan bu insanlar gerçekten serbest piyasayı oluşturmak için çalışabilirler. Sonuçta yine hayal kırıklığı hasıl olursa bunun nedeni ucuz politik zigzaklar değil, inançlarının, düşüncelerinin yanlışlığıdır.

Sonuçta gerçek değişim hiçbir zaman sistemin içinde gelmez. Obama gibi değişimler sistemin sadece sürdürülebilirliğine katkı sunmaya çalışır ve sistem kendisini var eden temelini kaybetmeden kalır. Ona biraz makyaj yapıp, allayıp pullayıp kafa karıştırır. Eğer bu son ve söylenenlere göre yüzyılın en büyük krizinden insanca çıkmak için gözler ABD'den Yunanistan'a çevrilmeli. Gerçek değişim orada, hem de tüm çıplaklığıyla insanı cezbeder halde....

14 Aralık 2008 Pazar

Krizle Gelen Yeni Güne Merhaba!

Bir şeyleri değiştirmek için olaylar evrilir evrilir ve bir yerlerde tıkanır, önünü açacak tek şey ufak bir kıvılcımdır... o küçücük kıvılcımla birden patlar, eskiye ait ne varsa bir anda değiştirilir.

Sovyetlerin yıkıldığı günlerdi, ortaokuldaydım. Belki o günlerde uzakdoğu dövüş sporlarının müptelasıydım ama aynı zamanda politikadan da yavaş yavaş inceden haz almış ve politik gelişmeler ilgimi çekmeye başlamıştı...

Yarım yüzyıldan fazla süren soğuk savaş Sovyetlerle birlikte tarihe karışmıştı. Kapitalist batı medeniyeti tüm varlığını sovyet düşmanlığı üzerine inşa ettiğinden sovyetlerin yıkılmasına önce naralar atarak sevinmişti... Ama sonra arkasından tahmin edilemeyen bir şok hissedilmişti. Mesele şuydu; şimdi ne olacaktı ? Ortalıkta düşman yoktu! Ortada milyar dolarlarla ifade edilen koca bir silah sanayisi vardı, şimdi hepsi iflas mı edecekti?... Ya dünyaya özgürlük getirme ideolojisi ne olacaktı? O olmazsa batı medeniyetinin koca orduları ne halt edecekti? Totalitarizmin altında ezilen uluslar şimdi özgür sayılırdı. Diktatörlerin yönettiği ufak tefek ülkeler vardı ama onları zaten kendileri başa getirmişti...

Velhasıl merkezden yönetilen ekonomik anlayış çökmüş, kapitalizm üstünlüğünü ispat etmişti. kendisi gibi batının aydınlanma felsefesinden doğan marxist ideoloji alt edilmişti, yanlışlığı kanıtlanmış ve tarihin karanlık sayfalarına gönderilmişti. Ekonomileri tas tamamdı. Ya onunla örtüşen liberal demokrasi? Birilerinin özgürlüğe ihtiyacı olmalıydı.

Kendilerini hep düşmanları üzerine tanımladıkları için olaya hep ideolojik boyuttan bakmışlardı. düşman kardeş yok olunca kendilerini nasıl tanımladıkları da soru işaretlerine boğuldu. onlar artık komünist-olmayanlar değildi. ekonomi işin içinden çıkınca devreye kültür girdi. evet, onlar batı medeniyetiydi, tüm dünyaya kendini ispatlamış kapitalist batı medeniyeti.

Fukuyama adındaki şahıs kültür üzerine basit bir makale yazmıştı. Ama o makale olay oldu. Herkes bir anda üzerine üşüşünce hemen kitap haline getirdi. sevinci ve şoku yaşayan batılıların duygularına tercüman olmakla kalmadı, gidilecek yola işaret levhaları da koydu. Tarih bitmişti, zira insanlığın bundan sonraki yolu kapitalizmdi. Kendileri ise tüm dünyaya yayılıp kendisine benzetecek olan üstün batı kültürüydü.

Kendilerini kültür ile tanımlamaya başladıkları anda dinin önemimi fark ettiklerinden olsa gerek artık düşman da hazırdı: İslam. herkes bir anda ABDnin kendine düşman olarak İslam'ı seçtiğini söylemeye başladıklarında aklı başında olanlar bunu absürt bulmuştu, zira daha El Kaide'nin temelleri atılmamıştı. O zaman kadar birlikte çalıştıkları, irili ufaklı, boş örgütlerden oluşan bir düşman olmazdı. ama kollar sıvandı, Başkanları yaptığı açıklamalar ile müslümanlar tahrik edilmeye başlandı, gizli sevisleri islamcı örgütleri el altında destekledi, gazeteleri televizyonları müslümanlara atıp tutar oldu. Bir anda yeni bir örgüt kurulamayacağı için sadece çatı örgütü olarak El Kaide ismi anılmaya başlandı.

Bush'un üzerine bu yeni elbise terzisinin elinden çıkmış gibi tam oturdu. Hem petrolcü hem dindardı. Bir taraftan haçlı seferleri diyor, diğer yandan Irak'ın petrollerinin rezervlerini duyunca heyecandan titriyordu.

Yeni düşmanla birlikte artık batılılar rahat bir nefes alabilirlerdi: Silah sanayileri tam hızında yeni teknolojik devrimler yapabiliyordu, orduları ülkeler işgal ediyor, kendilerini tanımlayabiliyor ve dünya halklarına özgürlük götürmeye devam edebiliyorlardı... Her şey tastamam görünüyordu.

Ama sadece görünüyordu...

Bir de yavaş yavaş görünmeye başlayanlar vardı. Aslında onlardan bazıları çok önceleri görünmeye başlamış ve üzeri kapatılmaya çalışılmıştı;
Üstünlüğünü ispat eden kapitalizm çevreyi harap etmiş, ozonu inceltmiş, sıcaklıkları yükseltmişti.
Sadece Afrika'da değil, diğer priferide de gıda fiyatları tavan yapmış, halk sokaklara inmiş, açlık tahayyül etmişti...
Asyadan üstün kapitalizmi kabul etmiş yeni aktörler şimdi arka bahçelerindekilerle ticaret, savunma anlaşmaları yapmakla kalmamış heryerde top koşturur olmuşlardı.
İçeride ise kendi ülkesinde sosyal sistem çökmüş ve değişim değişim diye slogan atan bir siyah başkan seçilmek zorunda kalınmıştı.
Anti Kapitalistler Cenova'dan sonra ortadan kaybolmamış, Atina'da tekrar ortaya çıkıp düzenlerini değiştirmek istediklerini beyan etmişlerdi...

onlara göre belki de bunların hepsi fasa fisoydu. Ama ya ekonomik kriz...

İşte mesele burada kopuyor; Neoliberaller 20 yıldır Kapitaliz'e tapıyorlardı, hemen her on yılda bir ortaya çıkan ufak tefek krizlere bir kulp takıp berteraf ediyorlardı. ama bu defaki öyle böyle bir şey değil. 1929 bunalımından daha da ağır olacağı söyleniyor. Kendileri de bunu itiraf ediyor.

1929 da cerayan eden Kara Buhran dünyanın şeklini şemalini değiştirmişti. Etkileri ikinci bir dünya savaşı çıkmasına neden oldu. Faşizm doğdu, yayıldı ve milyonların canını aldı. Sınırlar değişti. Bretten Woods'u, Keynes'i ve dolayısıyla Refah Devletini, Sosyal Devleti ve Fordizm'i, Neoliberalizmi vs vs nicelerini başımıza musallat etti. Sonuçta Dünya değişti.

Şimdi o herşeyi değiştiren "Kara Buhran"dan daha kötüsünün başlangıcındayız. Ve içimizde abartılı bir merakla dünyanın nasıl değişeceğini tasavvur etmeye çalışıyoruz...

Demek ki herşey yalanmış. Kapitalizm üstün falan değilmiş. Eğer gerçekten buna inandıysalar, hem kendilerine hem bize yalan söylemişler. Şimdi ne kendilerini tanımlamaya çalışıyorlar, ne de üstün olduklarını söylüyorlar. Oturmuş masada kara kara fabrika depolarındaki malları ne yapacaklarını düşünüyorlar.

7 Aralık 2008 Pazar

Akşamdan Geceye Doğru Dönerken Yelkovan Melankoliktir

akşamdan geceye doğru dönerken yelkovan melankoliktir. yatak tüm sıcaklığıyla sizi kucaklayıp kendine sarmalamayı beklerken, bilinç yorgun ve takatsizdir. bilinç altına yapacağınız yolculuklar öncesinde bilinçle aranızı biraz açar ve ikisinin arasında bir yerlerde, bir geçiş süreci yaşarsınız. ne gerçek hayattın işleri, ne de ruhunuzun derinliklerindeki tanımadığınız bilmediğiniz duygular vardır. o ara bir felsefe bataklığıdır. hem duygulusunuz hem rasyonel. kendinizle en çok bu zamanda konuşur ve bu zamanda tanırsınız, bazen de şaşırırsınız. canınız kan kırmızı bir şarap çeker, yudumlayıp oturusunuz. düşünüp duygulanırsınız. olayları süzgeçten geçirirken hem gerçek hayatın kriterleri hem de benliğinizin dibinde oturan duyguların yansımaları vardır. Ve her ikisi birliktedir. bazen ona bazen diğerine hak verirsiniz ama sonuçta uzlaşıp çıkarsınız işin içinden...
sonra bilinç ölmek üzeredir, yatak çığlıklar atarak çağırır sizi. yorganı kendinize sevgili yapıp bilinç altına doğru yolculuğa çıkarsınız. ama hayat sabah tüm iğrenç gerçeklikleri ile sizi beklemektedir. ve bu yüzden derinlerde bir korkuya kapılırsınız...

6 Aralık 2008 Cumartesi

aynadaki ile konuşmalar

Aynanın karşısına geçip bakardım karşımda gördüğüm savaşçının gözlerinin bebeğine... o zaman ne içki içmek ne sanat yapmak ne de zikir'e gerek kalırdı başkası olmak için... eğer yoğunlaşırsan o gözbebeklerinin üzerine başka birini görürdüm. arasıra rastlaştığım ama pek samimi olmadığım biri karşımda duruverirdi. ona bakardım, sonra şaşırır "sen böyle biri misin?" diye sorardım. komik bulurdum herşeyi biraz karasından...
sonra aynalardan sıyrılıp günün herhangi bir saatinde herhangi bir mekanında herhangi biriyle konuştuktan sonra kendime sorardım "eee heval, ne yaptın sen öyle" yada "ulan iğrenç bir adamsın sen, rezil oldun" der, gülerdim yolda yanımdan geçenlere aldırmadan...
konuşurdum kendimle doyasıya... yanlızlıktan değildi bu, kendimle olan samimiyettendi... severdim aynadakini, gülüp geçerdim, çok dalga geçerdim... kendimle olan her muhabbetten sonra kendime biraz daha yaklaşırdım. onu daha çok severdim, daha tatlı bulurdum anlayacağınız...
hele de sevgili terketmişse eğer o zaman malzeme boldu, "ulan yine mi terkedildin sen" demek ve beynimin ince derin noktalarından sızlayan dalgaları alaşağı eder ve güldürürdü beni... beni kendimle olan muhabbetin tadına en çok dostlardan kazık yediğimde varırdım... gülerdim yaptığım şakalara.
insanın kendi kendine konuşması aptallık göstergesi olabilir belki, ama kendisiyle konuşması samimiyet dercesini gösterir... aynadakiyle her muhabbet sonrası samimiyet artardı...

1 Aralık 2008 Pazartesi

Kapitalizm Komada

neoliberallerin dediği gibi kapitalizm mükemmel işleyen bir sistem falan değil. krizleri her zaman içinde barındırır. ne zaman zora girse nefret ettikleri devlet aygıtı yardımlarına koşar ve durumu toparlamaya çalışır. neredeyse son iki yüzyıldır böyle oldu ve şimdi de böyle olmaya devam ediyor. abd meclisinde bugün geçmesi beklenen 350 milyonluk dolar yardımı da daha önceki yüzlerce tekrarın son tekrarı...

ama bu kriz kapitalizmin sonu anlamına gelmiyor (gelmesini herkesten çok ben isterim)...en fazla sonun başlangıcı falan olabilir... kapitalizm sadece finans piyasalarından oluşmuyor. olayın bugünlerde ortaya çıkmasının nedeni kapitalizmin hiç bu kadar asalaklığını abarmamasıydı... üretilen mal ve hizmetler üzerinden birileri gereğinden çok fazla nemalanmaya başlayınca bunlar ortaya çıktı. kapitalistlerin kendileri bile finans piyasaların iğrençleştiğini ve sistemin kendisini yeniden üretimini engellediğini aylar önce yazmaya başlamışlardı... ama karşılarında savunmasız köylüler yerine oligarşi duruyordu, seslerini kesince olay bu hale geldi....

bu kriz ne hal alır kimse tahmin edemiyor... yayılabilir ve globalleşmiş dünyada Bangladeşli bir köylüye varıncaya kadar herkesi etkileyebilir... sonra devletler yeniden meydana çıkar, yeni ve sert finansal düzenlemeler yapılar sonra yaralar sarılmaya başlanır...

sonrasında en iyi ihtimalle ömrünü birkaç on yıl daha uzatır... dünya çok kutuplaşır ve uluslararsı sisteme yeni asyalı aktörler çıkar ve afrikayı biz daha iyi sömürürüz diye plan programm yapmaya başlarlar...

nereye kadar?
yiyecek krizi, enerji krizi ve ekoloji krizinden sonra zaten dünyada katledilecek çok şey kalmadı... sol stalinzmden kendini sıyıramzsa zaten alternatif olamayacak... belki 15.yy da dinde kaldığımız yerden devam ederiz... sefalet ve hastalık içinde hemde....

Burjuvazinin AKP Versiyonu

Son siyasi gelişmelerin anlamsızlığını gideren anahtar kelime: ‘Dolmabahçe görüşmesi’
Bir şeyi belki de yanlış biliyoruzdur: Burjuvazi’nin ilerici yönü’nün var olduğu görüşünü. Aydınlanmacı akıldan türeyen düşünceler bize burjuvazinin güçlenmesiyle birlikte aristokrasiye saldırıp yıktıklarını ve dolayısıyla tarihsel anlamda dialektik bir gelişmenin yaşandığı anlatılıp durdular.
Ama bu sürecin nasıl yaşandığı konusunda nedense genelde üstten geçildi. Burjuvazi güçlendiğinde aristokratların elindeki gücü alıp onları ve kiliseyi hemen çizginin dışına atmadı. Sürecin tam tersi şekilde güçlenen burjuvazinin aristokratlara rakip olmak yerine onlar gibi giyinip, onlar gibi yemek yiyip kısacası onlar gibi yaşamaya çalıştığı ve dolayısıyla onların elinde bulunan güce ulaşmaya çalıştığı şeklinde olduğunu gösteriyor.
Burjuvalar da diğerleri gibi güce tapar ve ona ulaşmak için mücadele eder. Ele geçirdiğinde ise ona sarılıp bırakmaz.

1900’lerin başında Hitler’li, Mussolini’li totaliter rejimlerin de varolduğu Avrupa’daki mevcut yapıdan etkilenen ve yeni bir ulus-devlet yaratmaya niyetlenen depeden inmeci Kemalist kurucular dini ve Kürtleri saf dışı bıraktıklarında sekuler ve üniter bir devlet kuracaklarını sandılar. İttihat ve Terakki’nin yeni modeli olan Kemalizm onlarca isyanı bastırdıktan sonra topluma yeni bir elbise giydirmeye kalktığında bütün dikişleri patladı. 49’lar hareketi ile Kürtler ve CHP dışındaki ilk ikinci parti başlayan islami hareket tahakkümde sınır tanımayan egemen kemalistleri on yıllar boyunca iki de bir görev başına çağırıp durdu.

80 darbesinden sonra değişimden nefret eden kemalizm konjoktürel gelişmelerle birlikte türk-islam sentezi adı altında islam ile barışmaya çalıştı. Adil düzen söylemiyle alternatif bir sistem önerdiğini söyleyen refah partisine geçici de olsa hükümete gelmesine izin verildi. 28 şubat hikâyelerinden sonra yenilikçi kanat (kapitalist demek daha doğru olur) AKP adı altında ortaya çıktığında (taşradaki küçük burjuvaziyi temsil ettiği herkesin malumudur) merkez partisi olduğu iddiasıyla liberaller ile kol kola girip mevcut sisteme alternatif hareketlere giriştiler. AB yolunda birçok yasa değişikliğine gidip değişim yönünde adımlar atarken pragmatist yaklaşımlarını da hiç bırakmadı. Her adımları başlarında sopa ile bekleyen orduyla karşılıklı al-ver manevraları ile geçen yıla kadar gelindi. Hükümet olmak yetmiyordu, iktidara da taliptiler…

27 Nisan 2007 e-muhtırası köşe taşı oldu. Ve hemen arkasından Erdoğan Büyükanıtta görüşme teklif etti ve 4 mayısda Dolmabahçe sarayındaki başbakanlık bürosunda bir cuma namazı sonrasında bir araya geldiler: Ve dışarıya içtikleri çay adedi bile sızdırılmadı. Ama bir iki gün sonra ortya çıkan gelişmeler görüşmenin içeriğine dair ipuçları sunuyordu. Karşılıklı olarak e-muhtura ve verilen tepkilerin yer aldığı yazılar kendi internet sitelerinden sildiler.

Arkasından dini bütün bir cumhurbaşkanı seçilmesine askerden ses gelmedi, ki hemen her konuda görüş bildiren askerden söz ediyoruz. Ve bir iyi niyet göstergesi olarak 22 temmuz seçimlerinde milli görüşçüler ve arınç gibi islamcı tipler AKP’nin milletvekili listelerine giremediler.
Değişimi yaptığı anlaşma sonucu savsaklamaya başlayan AKP’ye o zamana kadar destekçileri olan liberaller seslerini yükseltmeye başladılar, zira AB konusunda hemen hiçbir şey yapılmıyordu.
Irkçılığın tırmandırıldığı bir ortamda Anayasa Mahkemesi başkanını seçtiler. Askerden yeniden ses çıkmadı. Tabiki karşılığı yine vardı. Ocak ayından itibaren kamuoyuna sunulması gereken ‘sivil’ anayasa ortalarda yoktu. Askerin 80’de hazırladığı anayasa’ya dokunmadılar ve yenisini açıklasalar bile içinde pek bir değişikliğin olmayacağı kesin gibi görünüyor. Yüksek askeri şura kararları’nın dokunulmazlığına yeniden dokunulmadan geçilmesi bekleniyor.
En son AKP eğitim sisteminin beyni olarak nitelenen talim terbiye kurulunun başkanını da değiştirdi. Askerden yeniden ses çıkmadı. Zira askerin başındaki ismin görev süresi bir yıl daha uzatılacağına dair sözler vardı. Ki bu konu yavaş yavaş gündeme gelmeye başladı bile. Eğer görev süresi uzatılırsa sırada ki generallerinde rahatsız olacağı biliniyor. Ve en son kemalizmin cumhurbaşkanlığı, ordu, yargı kaleleri mahv olurken en son saldırı yök e yapıldı ve başkanı değiştirildi.

Ve en son türban tartışmalarında taştan ses çıktı askerden yine çıkmadı. Tüm bunların hepsi AKP ve asker arasında bir işbirliğinin olduğunu gösteriyor. Tabiki bunlar yalnız değiller, yanlarında bir de ABD var. Ama bu özellikle kara operasyonu sonrasında aralarındaki anlaşma ayyuka çıktı. Ve konuşmalarında bizzat erdoğan orduyu savundu.

Ülkenin en önemli sorunu olan Kürt meselesinde de anlaşma sonrası görüş değişiklikleri yaşanmaya başladı. Kürt sorunu benim sorunumdur diyen, üst kimlik alt kimlik tartışmalarını başlatan, ordu bırakmıyor sorunu çözmeye düşüncesini millette oluşturan erdoğan gitti, yerine terörü sınır ötesi hareketle çözmeye çalışan bir erdoğan geldi. Sadece bu da değil, çözüm paketinde çıka çıka son 25 yıldır her iktidarın ağzından düşürmediği sihir formül olarak sunulan ama gerçekte hiçbir ehemniyeti bulunmayan, ağızda çiğnemekten artık kokusu çıkan gap projesi çıktı. Sanki bunun karslıya faydası varmış gibi ekonomik önlemlerin çözümü olarak sunuldu. Tabiki on yıllardır birkaç kişinin dışında hiçkimseyi oradan indirememiş herzamanki sınırlı af yasası da geldi. Tüm bunlar Erdoğanın kürt meselesinde hiçbir adım atmayacağının en açık delilleri olsa gerek.

Ama erdoğan diğer taraftan gözünü tunceli ve diyarbakır belediyelerinden de alamıyor. İkili bu ülkenin kimlik ve kültür altyapılı en önemli sorununu islam kardeşliği safsatasıyla çözmeyi akıllarına takmış gibiler. Sadece din değil onları onlar yapan aynı zamanda kapitalizme de yürekten inanıyorlar. Bu yüzden utilitarist yaklaşıyorlar ve insanı homo economicus olarak algılıyorlar. Bütün o insanların tek derdi para. Paraya kavuşunca onbinlerin ölümüne neden olan ve yüzyıllık geçmişi bulunan sorunu hemencicik ortadan kaldıracaklar.
DTP var olma yok alma savaşının başlamasından hemen sonra diyarbakırda van da imamlar bağırmaya başladı, dahası meclisde de sarı kırmızı yeşilli türbanlı kızlar DTPnin grup toplantılarında ortaya çıkmaya başladılar. Kürtler bu hamlelerle onların dine boyanmış silahlarını ellerinden almaya çalışıyor. Sınır ötesi harakatın tam bir fiyasko olması DTP yi biraz öne geçirmiş gibi görünse de makarna dağıtmaya başlayacak olan erdoğan yerel seçimleri erkene alarak atak yapmak üzere bekliyor. Altan Tan yada haşim haşimi fırlama adaylar olarak AKP diyarbakır adayı olarak gün saymakla geçiriyorlar.

Muhalefet partileri
ne gelince… CHP’nin yenilgiden bıkmayan, adı bir çok yolsuzluk olayına karışan ve herseferinde demokrasi düşmanlığıyla bilinen baykalı artık kürt sorunun ordunun üzerine atarak kurtulamıyor. Ama dolmabahçe görüşmelerinden haberdar. Ve bu yüzden o da seçim listelerine emekli subayları almadı. ‘gölge etmesin başka ihsan istemiyoruz diyerek türban tartışmalarında ordunun sessizliğine karşı tepkisini gösterdikten sonra pusuya yattı. Kara operasyonun abd isteğiyle bitttiğini görünce kılıçlarını çekti bahçeli ile birlikte ve saldıraya geçti. Şimdilik kemalist son kale olan yargıya umutlarını bağlamış durumda. Ki danıştayın zorunlu din derslerini iptal etmesi ulusalcıların karşı atağı olarak hala ayakta olduğunun bir göstergesi. Ve açılan kapatma davası yargının son hamlesi.

Eğer bu anlaşma planlandığı gibi büyükantın görev süresinin uzatılmasıyla sonuçlanırsa en az bir buçuk yıl daha akp den herhangi demokratikleşme adımı beklemek saflık olur, ancak sırada bekleyen askerlerden tepki gelmeye başlarsa görev süresini uzatma hikayesi suya düşebiler. Şahin olarak bilinen sıradaki başbuğ ile ulusalcıların daha iyi anlaşması bekleniyor.

Anlaşma yürülükte kaldığı sürece ikinci bir akp göreceğiz karşımızda. Demokratikleşmeyi askıya alan, sade muhafazakar, şiddeti dayatan, özelleştirmeci, islami ve milliyetçi bir akp bizi bekliyor. Tabiki artık kapatılma davasıyla birlikte mağdur olduk edebiyatıyla kendisini daha da güçlendirecektir.

Ordu ile anlaşma dışında hiçbir seçeneği olmayan akp diğer köşebaşı aristokrasisi olan yargı’ya karşı farklı bir taktik geliştirdi. Karşısında mermili toplu tüfekli bir güç olmayınca yasamanın gücüyle yargıyı alt edeceğini düşündü. Ve başladı çıkardığı yasalarla saldırılara… yargıtay’ın oda sayısını düşürüp etkisizleştirmeye çalıştı. Anayasam mahkemesinin başkanını değiştirdi. Savcılar ve hakimler yüksek kurulunun yapısına direkt müdahale ve özerkliğini alt etmeye kalkıştı.
Ancak %47nin zafer sarhoşluğundan olsa gerek abartılı şekilde kendine güven duydu. Hatta o gazla alaman memleketinde cdu’lulara artislik yapıp geldi. Bu nedenle olsa gerek yargı konusunda çok ileriye gitmedi Ve yargıtay başsavcısının kapatılma ile ilgili aylar öncesindeki ihtarına rağmen hiç oralı olmadı; kendince ‘’buna cesaret edemezler’’ diye düşünmüştü… ama oldu. Ve şimdi yeniden erken seçimden anayasa mahkemesinin üye sayısının arttırımına kadar yasamanın verdiği sayı üstünlüğü ile alt etmeye çalışacağı tahmin ediliyor…

Şimdi taşra burjuvasinin temsilcisi olan akp nin hiç de kemalist aristokrasisinin en önemli yapısı olan ordu ile kavga içinde olmadığını, tersine tek istediklerinin onlar gibi devlete egemen olmak istediklerini, onlara benzeyerek, onlar gibi bir hayat sürmek istediklerinin en iyi göstergesi oldu. Aydınlınma çağındakiler gibi kendisine rakip olan diğer aristokratları da gücüne dayanarak bir şekilde alt etmeyi denemeye kalktı. Hep birlikte yeniden burjuvazinin ileri yönlerine tanık olduk!
Aydınlanma felsefesinin aldanan liberallerin bir kısmı halen akp den özgürlük beklemeye devam ediyorlar. Ama anarşist felsefesefen habersiz olduklarından gücü ve onun etkilerini görmezden gelmeye devam edip aldanmaya daha devam edecekler gibi görünüyor…

Tüm sorunların kaynağı: Solun yokluğu

Tüm sorunların kaynağı: Solun yokluğu

belkide on yıllar sonrasındaki herhangi bir zaman aralığında politik bilimciler bu ülkenin şuanki durumunu solun yokluğunda memeleketin ne hale geleciğine, neler olabileceğine örnek olarak sunacaklar öğrencilerine...

sol gerçekten de bir ülkenin sahip olması gereken en asli politik faktördür... sol cinsiyet ile ilgili olanlardan azınlıklara haklarına kadar bir çok alanda özgürlüklerin genişletilmesini talep eder... ve böylece değişimden, ilerlemeden yana talepleri için mücadele eder. bu bir toplumda yaşanacak olan sıkıntılara, travmalara, acılara karşı en büyük panzehirdir... toplumun önünü açar... ve burada sayılamayacak kadar tüm toplum için olumlu etkileri söz konusudur...

solun diğer en önemli fonksiyonlarından biri de özgürlüğün en önemli koşulu olan eşitlik talebidir... bu da en az özgürlük kadar öenmlidir... toplumun alt katmanlarındakileri korur, egemenliklerin ortaya çıkmasını engeller veya en azından etkisini azaltır. haksızlıkların önüne geçer etc....

bazı saflar tarafından chp'nin sol olarak görülmesi komedinin iğrenç bir geyiğinden başka bir şey değil... eğer akp taşra burjuvasinin temsilcisiyse chp de kökleşmiş egemen burjuvazinin temsilcisidir ve bunu tartışmak tamamen abesle iştigal olduğuna inanıyorum... chp bugün hem özgürlüğün hem de eşitliğin en büyük düşmanlarından biridir...

gerçek sol 80'den sonra 90 lara kadar kör topal ilerlerdi ancak 93'lerden sonra tamamen çöktü... bunda uluslararsı konjoktürün etkisi (sovyetlerin çöküşü v.b.) olduğu bir gerçektir... ama bugün ispanya italya yunanistan fransa hatta almanya ve ingiltere solu ya iktidarlar yada anamuhalefetindeler... sosyal demokrasinin liberalleşmiş versiyonları bile olsa varlar...

bu yüzden türk solu çöküşün gerçek nedenini kendi içinde aramalıdır...

tabiki diğer sosyal olaylar gibi bunun da tek bir nedeni yok... onlarca şey söylenebilir bu konuda... ama en önemli nedeni haluk gerger'in dediği gibi kürt sorununun ortaya çıkardığı bir 'türk sorunu' var. türk solu 90ların ilk yarısından itibaren militarist baskıcı bir yönetimin ortaya çıkmasında kürt hareketini sorumlu tuttu... ama kürt sorunun çözümü için elinden gerekli gayreti göstermedi, isteksiz davrandı... zira ne kemalizmden tam anlamıyla sıyrılmıştı ne de milliyetçiliğinden... sonuçta bumerag gibi dönüp gelip kendisini vurdu... ırkçı hava ülkede yükseltilirken hep yanlış politikar uyguladı...

sonuçta kullandıkları jargonla ne halka ulaşabildirler, ne ortadoks marxist görüşlerinden taviz verdiler, ne bölünmüşlüklerden kurtulabildiler, ne de neofordizm ve globalleşme ile yaşanan değişiklikleri görüp 70lerin mücadele yöntemlerinden taviz verdiler etc...

deniz baykalın chp'si ülkenin anamuhalefet partisi olan shp'yi içini alıp yok etti... aşkın ve devrimin partisi bölündüğü gibi hemen hiçbir amacına ulaşamadı etc...

bu hikaye anlatmakla bitmez... zaten bizimkiler rakı sofralarında bu mevzuları yeterince tartıştılar...
şimdi somut öneriler konusuna gelince:
bu ülke korkularla fobilerle idare ediliyor... egemenler iki ayrı korku salınıyor insanların yüreğine... a) kart kurt meselesi b) yobazlar
bu iki ana meselesyle kendi egemenliklerini legitime ediyor ve halkın rıza göstermesini sağlıyorlar...

öncelikle bu ülkenin en önemli meselesinde bir türk gibi değil de bir insan gibi düşünmek gerekiyor... azınlık sorunları konusunda sonuna kadar özgürlükçü bir anlayış sergilenmeli... merak etmeyin şuanki koşullarda isteseniz de kürtler ayrılmazlar, ayrılamazlar... ancak ileriki yıllarda iki toplum arasındaki kin ve nefret zorla devam ettirillirse yanyana yaşamak bayağı zorlaşacak... kürtler adına şimdi mücadele verenler kendilerine lider yerine peygamber yaratsalar da, hiyerarşik yapılansalar da etc. sonuçta kürtler bu ülkenin düze çıkmasında en önemli görevi yerine getiriyorlar... meclisteki temsilcileri solcular... kürt sorunu bir şekilde çözülürse ulusalcılar halkı kandırmak için bayağı zorlanacaklar... o yüzden solun ilk yapması gereken şey bu ülkenin en önemli meselesinde eski hataları tekrar etmeden, milliyetçilikten sıyrılarak soruna demokratik çözümler sunmaktır... belki solun güçlenmesi için olmazsa olmazlarından değildir ama ülkedeki militarist milliyetçi baskıcı yönetimin çökmesi için son derece gereklidir...

kemalizmin zorla dayattığı laiklik hikayesi de çatırdıyor... ancak müslümanlar menders'ten itibaren ülke yönetimine katılldırlar, sonradan partileri hükümet oldular... yani öyle dışlanmışlıkları falan yok... zaten kemalistler onları sola ve azınlıklara karşı kullanıyor, bu yolla solu çökertmeye çalışıyor... 80 darbesinden sonra onlar zorunlu din derslerini getirdiler, onlar diyanete her türlü desteği sağladılar, imam hatipleri açtılar... onların tek derdi islami kesimin güçlenmesi değil, sadece kendi iktidarlarını tehlikeye düşürmemesi... devletlerinin temeli sayılacak şeyleri (ki bunlar onların iktidarlarının da temelildirler) ellerini sürmedikçe istediklerini yapmalarına izin veriliyor... erbakan adil düzen denen saçmalıklarla dolu bir sistemi kapitalizme alternatif olarak sunduğunda ve bu konuda sınırları aşmaya başladığında ipi çekildi...

solun bu konuda yaklaşımı ne olmalıdır meselesine gelindiğinde şunlar söylenebilinir...

özgürlük adına atılan adımlar desteklenmeli... zira gerçek anlamda özgür bir ortam oluşursa bundan en karlı solcular çıkar... solun bu halde olmasının nedeni bu baskıcı rejim zaten...
sanırım en önemli örnek türban meselesi... daha önce bu forumda da yazdığım gibi bu mesele oligarşinin kendi arasındaki güç mücadelesidir...
türban ortaçağ arap kültürünün bir yansıması olduğu herkesin malumu... ve kadının aşağılanması baskı altına alınması için bir baskı mekanizması gibi çalışır... insalığın bu aptal mevzuları yüzyıl öncesinde üzerlerinde atmaları gerekiyordu ama toplumu afyonlamak isteyenler devam ettirdiler... sonuçta türbana karşı çıkmak hiç de kemalistlerin iddia ettiği gibi bir ilericilik örneği değildir... zaten bunu iddia etmek komikliktir...
gelelim türbanın serbest bırakılması meselesine... sade türbanı savunmak da özgürlükçülük değildir... zira türbanlı olanların dünya görüşü tamı tamına özgürlüklere düşman... onlara özgürlük denildiğinde sadece kendi özgürlüklerini anlarlar, diğer özgürleklerden bahsedildiğinde bunu küfür sayarlar...
peki o zaman yerimizde oturacak mıyız?
biz anarşistler için din olgusu çoktan ve yeterince deşilmiştir ve hakketiği gibi tamamiyle rededilmiştir... kendi adıma değil dinsel simge olarak kullanılan bir bez parçasını kafasına ne istiyorsa onu takıp gitmesinde bir sakınca görmüyorum... ama sade türbanın özgürlüğünü savunmak akpnin politikalarına katkı sunmaktır... bu yüzden yapılması gereken şey tüm özgürlükler adına mücadele etmektir. zaten türbanın özgürlüğü sağlansa bile diğer özgürlüklere sıra geleceğini düşünmek tamamiyle yanlıştır.
bu yüzden eğer bir elinizde dinsel simgeler için bir pankart tutuyorsanız diğer elinizde mutlaka diğer özgürlükleride talep eden daha büyük bir pankart tutmanız gerekir... sol eğer türbana destek verecekse dinsel simgelerin serbest bırakılmasını değil gerçek ve kapsayıcı özgürlükleri talep etmelidir...
umarım yeterince açık olmuştur...
sol meselesinde daha cok şeyler yazmak isterdim ama konu biraz dağıldığı için yazı gereginden fazla uzadı, bir sonraki zamana bırakıyorum...

30 Kasım 2008 Pazar

Alevi Dedeleri Maaşı Kabul Etmedi

Daha dün AKP'nin açılımının Aleviliği devlete bağlayarak kendi tarihinden ve özünden ayırıp sunni tarafa doğru çekeceğini yazmıştım. Tahminlerim Alevi temsilcilerinin de taleplerinin devlet yardımını istedikleri şeklindeydi. Ama yanıl-tıl-mışım, medya tarafından.

Türk Medyası konuyu öyle bir işlediki, sanki Alevilerin yüzbinlerle meydanlara çıkıp on yıllardır sadece tek bir şey istiyorlardı; Para... Diyanetin kaldırılması gibi fikirleri ise bir kaç uç fikirli kişinin işi olduğuna deyinip geçiyorlardı. Ama Cem Vakfı gibi uzun burunluların dışında kimsenin istemediği ortaya çıktı.

Alevi dedeleri onurlarına sahip çıktılar ve maaş istemediklerini söylediler...

Türk medyası Alevilerin devletin temel değerlerine düşman olmadığını ve barışçıl şekilde taleplerini ortaya koyduklarını söyleyerek şimdilik Alevilerin isteklerini çarpıtarak kamuoyuna aktarıyor. önümüzdeki süreçte bunun hiç de böyle olmadığı, tersine Alevilerin çocuklarını zorla sunnileştiren "zorunlu din derslerinin kaldırılması", "diyanetin ortadan kaldırılması", "devletin laik kimliğine dönmesi için dinin etki alanından çıkması" vs taleplerini duymak zorunda kaldıklarında büyük ihtimalle en büyük cezayı verip görmezlikten gelecek, eğer o zamanki şartla namüsait olursa bu defada olayı çarpıtarak, yalan yanlış haberler ekleyerek verecekler...
bekleyip göreceğiz...

29 Kasım 2008 Cumartesi

Alevi Açılımının Açılımı

Herşeyin sorumlusu Kapitalizm idi aslında. Herşeyi değiştirdiği, şekillendirdiği gibi devleti, milleti yaratıp değiştirdi...

Alevilerin kırlardan şehir merkezlerine inmesinden sonra kavga başlamıştı. 60'lı yıllarda şehirleşmeyle birlikte sazlarından yükselen hüzünlü türküler eşligünde aleviler de kendilerine batıda yeni yurtlar edindiler. tabi boş durmadılar, her kuş kendi sürüsüyle uçar sözünün doğruluğunu ispatlamak için hemen bir araya geldiler, dernekleştiler... Sonra dernekler onlarca elin parmaklarını geçince konfedere oldular... ama on parmağın onu da bir değildi... biz kimiz? sorusu yankılanınca bilincin duvarlarında cevaplar her bir ağızdan müslümanız, hayır sadece bir felesefi kültürüz, yok canım bir yaşama biçimiyiz diye çıkmaya başadı... Kapitalizm öncesinde her bir kısal köşede farklı bir alevi kültürü varken, teknolojik devrimlerle yanyana gelip standartlaştılar. (olması gerektiği gibi)

Konfedere olunca en azından biz sunni değiliz diye parmak kaldırmaya başladılar... sunni islamın devletinde kendilerini ifade etmeye çalıştıklarında hep o bilindik bıyık altı gülümsemesiyle karşılaşmaları onları yıldırtmadı... devletin dininin olmadığı topraklarda ödedikleri vergilerle kendilerine bir şekilde camilerin minarelerine değmeden geri dönmesini istediler.

Haksızlara boyun eğmek alevi geleneğinde olmadığından seslerini yükselttiler, sesleri yükseldikçe oy aşkıyla yananlar da doksanlardan itibaren paranın ucundan koklatmaya başladılar. O dönemde başta paranın kokusunu en iyi alan uzun burunlu Cem Vakfı olmak üzere alevi kuruluşları artık" devletten para alınıp alınmayacağı sorusunu bir kenara bırakıp "ne kadar" sorusunu sormaya başlamışlardı.

ve şimdi açılımlarla "ne kadar" sorusunu da geçip devlet organı ve çalışanları olmaya başlayacaklar... artık cemevleri devlete bağlı bir yer, yani bir devlet dairesi, dedeler de devlet çalışanı, yani bir memur olduklarına göre alevilk de artık o bildiğimiz alevilik olmayacak.

Alevilik sadece kabuk değiştirmeyecek, iç organlarıyla birlikte değişip yepyeni bir islam kültürü olacak.

Ağızlarını açtıklarında gözlerinin önünde "resmi devlet ideolojisi" tüm çıplaklığıyla yüzlerine tokat atacak. Devletin alevi parçaları devleti koruyup kollayacak bundan sonra. Bu ülkenin milyonlarca alevisi de devletten maaş alan memurlarının yardımıyla devlete entegre olacak. Artık alevilik "benim kabem insandır" sözünü raflara kaldırıp, kabeyi Mekke'de arayıp bulacak. Ve tabii ki ağızlarından kürtçe, arapça kelimeler çıkaranlar kapı önüne konacak. Hatta Sunni İslam'la ne kadar da çok ortak yönü olduğu görülüp şaşılacak. Batınilik, yeni platonculuk, zerdüştlük, paganizm artık sadece Aleviliğin tarih kitaplarında yer alacak. Alevilkten geriye sadece Ali, Oniki İmamlar ve belkide kerbala dışında birşey kalmayacak. Onları irandaki Şiilerden ayıran tek özellik cami yerine cemevine gitmeleri olacak gibi görünüyor...

sonuç olarak eğer bu açılımdan aleviler zaferle çıktıklarını düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Kazanan devlet oldu. Kendisinin gücünü sürekli sınırlayan, demokratikleştiren, eleştiren bir muhalefeti parayla satın alıp kendi tarafına geçirdi. Zafer onların tadını çıkarsınlar, yıllarca katletmek yakmak zorunda kaldıkları alevileri... bize düşense paranın gücünü yeniden sorgulamak