Sayfalar

Fotoğrafım
İnsanın kendi hakkında ne diyeceğini bilmesi için bu konuda ayrıntılı bilgiye sahibi olması gerekiyor. yani insan önce kendini tanımalı... ve bunun içinde ben kimim sorusunu kendisine sorup yıllarca sürecek bir kovalamacanın içerisine girmesi gerekli. açıkçası ben kendime bu soruyu şöyle adam akıllı maskelerimi çıkarıp, aynanın karşısına geçip soramadım.. Ayrıca bu iş için insana biraz da cesaret lazım... her yiğidin harcı değil anlayacağınız...

19 Kasım 2009 Perşembe

Hasan Cemal’den Takıntılı İnciler

Hasan Cemal’i hatırlarım, beş on sene evvelinde kendi kendine bir garip besmele uydurmuştu; Hangi konu olursa olsun; ister demokrasi, ister üçgenin iç açılarının toplamının 180° oluşu, isterse de kuru fasulyenin uzun pişirme süresi; yazsın, konuşsun ve hatta bağırsın, çağırsın, ağlasın… girizgâhı şöyle idi; Berlin Duvarı yıkıldı, dünya değişti.

İyi kavrayamadığımızı hesaba katmasından olsa gerek, yetinmezdi duvarın yıkıldığını hatırlatmakla. Besmelenin ötesine geçerdi her daim… Mevzunun ortasına doğru Berlin duvarının taşlarına, harcına ve hatta betonuna kadar dallandıra budaklandıra eklerdi konuya. Yani antikçağ filozofları için Ateş-Toprak-Su-Hava ne ise, Hasan Cemal için de Berlin-Duvarının-Yıkılışı o idi. Her şeyin içkin olanı, özüydü.
Ve giriş ve gelişmenin ertesinde tahmin edeceğiniz üzere son cümle de hep o tanıdık bildik temcid pilavı tadındaki ile başlardı: Berlin Duvarı yıkıldı ve…

Neydi Allahım bu gül yüzlü Cemalimin duvar takıntısı? Nasıl bir çocukluktu bu?

“Dozer vurdu, yıktı arkadaşım, ötesi yok… Bak Melahat Ablalar da eski binayı yıktırdılar. Hoş, eski anıları hatırlayınca biraz ağladı ama atlattı. Sen de atlat artık Cemalim” diyesim gelirdi her köşe yazısını okuyuşunda…

Ayrıca düşünürdüm;
“Liberaller Berlin Duvarı ile komünizmi eş sayarlar. Bu yüzden yıkılışını kapitalizmin mutlak zaferi olarak görürler. Hasan Cemal bir liberaldir. O da bu yüzden yıkılışına sevinir” mantık önermesi her nedense bana “rekabet=bereket olduğunu” iddia etmek kadar mantıksız gelirdi…

Bugünkü yazısının başlığını görünce gayri ihtiyari gençliğimdeki gibi “yine mi Berlin duvarı be gül yüzlü Cemalim” diyiverdim.
Başlığa bak… “1989: Duvarları yıkmak ya da demokrasinin gereğini yapmak!”.

Dilime Hollywood’un klasik ekşın filmlerinin tadını bıraktı. Bir yandan duvarları havaya uçurmak, diğer yandan demokrasiyi uygulamak… “İnşallah, gül yüzlü Cemalim Irak’a, Afganistan’a özgürlük ve demokrasi götürmüyordur” diye umut ettim…

İlk cümlesi başlığından daha şahane;

Yirminci Yüzyıl, tarihin en berbat yüzyılıydı.



En çok şaşırdığım (aslında gıcık olduğum) şeylerden biridir, bu tür cümleleri gül yüzlüm gibi “batı hayranlarından” duymak. Ne utanma, ne de en küçük sıkılma belirtisi gösterirler… Kasıla kasıla yazmış beyefendi; “Yirminci Yüzyıl, tarihin en berbat yüzyılıydı”. İyi de niye?
Durun tahmin edeyim; Siz “batılıların” gezegene yayılan ikisi sıcak, biri de soğuk olmak üzere “Dünya Savaşları” çıkardığınız için olabilir mi? Milyonlarca insanı katlettiğiniz için mesela? Yooo yo, Dünyayı altı defa arka arkaya yok edecek kadar bomba yaptığınız içindir? Yoksa çevreyi tahrip edip, denge adına doğada ne varsa yakıp yıktığınız için mi? Tamam, buldum; Dünyadaki tüm kültürleri yok etmek için can hıraş şekilde uğraştığınız içindir…

Gül yüzlü Cemalim devam etmiş;

İnsanlığın savaşlarla, ihtilallerle, soykırımlarla, kırımlarla, diktalarla allak bullak olduğu kanlı zamanlar yaşadık Yirminci Yüzyıl’da.

Demiştim size şey belirtisi göstermezler diye… Helal olsun, hiç üzerine alınmadan yazmış… Sanki hepsinin faili Aydınlama felsefesinin prematüre kapitalistleri değil de, gariban Marslılar, onlar değilse Avustralya yerlileri Aborjinler, onlar da değilse Androidler, uzun burunlu maymunlar falan filanlar…

İşte bu nedenledir ki, 9 Kasım 1989 gerçekten güzel bir tarihtir insanlık adına. Çünkü özgürlükle istibdat arasındaki bir demir perde, Berlin Duvarı yıkıldı bu tarihte.

Ey kurban olduğum mantık bilimi, nerdesin? Tez çık gel… Neresinden tutulur bu cümleler?
Gül yüzlü Cemalim, yüzümüze gülerken dalga mı geçersin bizimle?



İlk cümle; 20.yy en kötüsüydü, 2. Cümle; savaşlar yıkımlar yaşandı, 3. Cümle; Bu nedenle duvarın yıkıldığı gün (9 Kasım) insanlık adına tarihi öneme sahip… Anlayan varsa beri gelsin? Lütfen, gerçekten rica ediyorum sizden, anlayan biri varsa, bana açıklasın; 3. Cümledeki “Bu nedenle”yi neye dayanarak yazdığını?
Gül yüzlü Hasan Cemalim ağzında gevelediği şey şu mu? Komünizm (Gül yüzlüm farkında olmadan Stalinizm’den bahsediyor) insanlık dışı iğrenç bir sistemdi, tüm kötülükleri o doğurdu (yıkımlar, soykırımlar, savaşlar…) ve bu yüzden insanlığın bu iğrençlikten kurtuluşunu simgeleyen 9 Kasım tarihi bir öneme sahip.
Eğer öyleyse, söylediklerinizin hepsi uzun metrajlı atmasyon… Stalinizm iğrenç bir sistemdi gerçekten, katliamlar yaptı kendi içinde, tamam. Hatta senin gibi Neoliberallerden daha fazla kötülüğü dokundu Komünizme.

Ama totalitarizm olarak kavramlaştırdığın şey bu kadar kötülük yaptıysa, yıkılışından sonra katliamlar, yıkımlar, savaşlar nasıl devam ediyor? Söyle bana gül yüzlü Cemalim… Anlat hadi, Stalin’nin ruhunun Bush’un yatağının üzerinde nasıl gezindiğini? Anlat da anlayalım…

Orta ve Doğu Avrupa’daki ‘kadife devrimler’le totaliter rejimler birbiri ardından devrildi. Dünyada totalitarizmin kalesi olan Sovyetler Birliği hiç beklenmedik bir anda tarihe karıştı.
Bir başka deyişle:
Tarih kanatlandı 9 Kasım 1989’da. Tarih, özgürlük ve demokrasi düşmanlarını sollayıp geçti gitti o gün.
Duvar’ın çöküşü, ekonomik ve siyasal liberalizm adına hiç kuşkusuz büyük bir zafer oldu. Barış ve liberal demokrasi elbette büyük bir sıçrama kaydetti. Ama ‘tarihin sonu’ gelmedi.

Barış ve demokrasi nasıl sıçramış yakından bakalım…
Unutanlar için hatırlatayım, Hasan Cemal gibi neoconların atmasyonlarını:
I. Atmasyon: Kapitalizm en üstün ve yenilmez sistem olduğunu ispatladı ve bu yüzden tarihin sonu geldi.

Cevap; Son bir yılda dünyada buna inanan tek bir saf kaldı mı? Obama’nın ve diğer batılı Avrupalı devletlerin trilyon dolarlık paketleri olmasaydı Kapitalizm çoktan gebermişti. Demek ki, gözümüzün içine baka baka yalan söylediler. Kapitalizm ne en üstünmüş, ne de yenilmezmiş… İğrenç, kan emici bir finans sistemi varmış. Öyle mi? öyle. O zaman ne yapılmalıydı? itiraf edilmeliydi… Ama nerdeeee? Halen bana özgürlük diyor, demokrasi diyor.

II. Atmasyon: Yeni Dünya Düzeniyle her şey iyileşecek, barış ve demokrasi gelecekti tüm dünyaya. Geldi mi? Hayır. Savaşlar daha azarak devam ediyor mu? Ediyor. Savaşları kim çıkardı? Bizzat liberal demokrasinin savunucusu olan ABD, yani Batı.

III. Atmasyon: Büyük Ortadoğu Projesiyle Ortadoğu’daki tüm sorunlar çözülecek, Kapitalist Batı yine barış, özgülük ve demokrasi getirecekti… Getirdi mi? Hayır. Ne oldu? Milyonlarca insan öldü.

IV. Atmasyon: Refah Batı’dan doğu’ya doğru akacak ve Azgeliş-tiril-miş Ülkeler de gelişecekti. Çin ve az buçuk da Hindistan dışında başka gelişen oldu mu? Hayır. Hatta tüm istatistiklere göre, azgelişmiş ülkeler ile Batı arasındaki uçurum her geçen gün daha da artıyor mu? Evet, hem de nasıl?. İnsanın “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diyesi geliyor mu? Yine Evet, yine hem de nasıl…



Bunlar alenen söyledikleri yalanlardı. Bir de savsakladıkları vardı. Misal; Çevre Katliamı… Kâr hırsı, rekabet çılgınlığı öyle bir manyaklık derecesine ulaştı ki, para dışında insanlığa ait ne varsa, hepsini tahrip ettiler. Dünya bitti, sıra Ay’a da geldi, yüzeyinde bombalar patlatmaya başladılar… “İyi ki şu Kapitalistler Güneş sistemine sıkışıp kalmışlar” diyesi geliyor insanın, “Samanyolu’na bir çıkabilselerdi, tahribat ne demekmiş o zaman öğrenecektik galiba”…

Barış, demokrasi ve özgürlük düşmanları dünyanın birçok yerinde mevzilerini korumaya devam ettiler. Otoriter rejimler kaybolmadı siyaset sahnesinden. Milliyetçilik, öteki düşmanlığı, dinsel radikalizm bugün de mutsuzluk ve acı kaynağı olmaktan geri durmuyorlar.
Ne yazık ki öyle.

Evet, günümüzde Dünyada var olan tüm kötülüklerin anası yine demokrasi düşmanlarıymış arkadaşlar. Eee, hani hepsi yenilmişti, alt etmiştiniz, en üstünü sizdiniz? Ne oldu gül yüzlüm? “Oldukları gibi duruyorlar” diyorsun, “tüm kötülükleri bu öcüler yaptı” diyorsun. Ama gerçekten okkalı atıyorsun…
Hele bi anlat da, anlayalım?
Milyonlarca insanı Irak’ta, Afganistan’da kim katletti? liberal demokratlar. Özgürlüklerin hepsini askıya alıp, silahlanmaya milyarlarca doları kim ayırdı? Liberal demokratlar. Kapitalist krizin ortaya çıkışının fitilini kim ateşledi? Liberal demokratlar. İslam’ı kendilerine düşman seçip, kendi ülkelerindeki Müslüman azınlığa terörist muamelesini kim yaptı? Liberal demokratlar….

Ancak, tüm olumsuzluklara rağmen yirmi yıl öncesine göre dünyamız daha iyi bir yerde. Hem özgürlük, hem refah düzeyi açısından çıtalar yükselmiş durumda.
Yirmi yıl önce Berlin Duvarı nasıl çöktüyse, dünyanın başka yerlerinde barış ve demokrasiyi engelleyen duvarlar da günü gelecek, yıkılacak.
Bu konuda kuşku duymuyorum.
Türkiye için de geçerli bu.

Yenildik ama ezilmedik cümleleri şimdi de eşlik ediyor… Söyledikleri gibi olmamış da, az buçuk biraz daha kötü, hepsi o kadarmış da, şuymuş da, buymuşda… Oldu gözlerim doldu…

Dünyamızın daha iyi bir yerde olduğu külliyen yalan. 11 Eylül’den sonra özgürlüklerin birçoğu kırpıldı, katliamlar savaşlar daha da çoğaldı, eşitsizlikler arttı, intihar oranları yükseldi, daha fazla ülkede açlık baş gösterdi, doğanın dengesi hepten yitirildi, işsizlik oranları yükseldi …

Benim ülkemde de duvarlar yıkılıyor, yıkılmaya devam edecek. Barışın, demokrasinin, hukukun, refahın yollarında hep birlikte yürünecek.
Evet, inişli çıkışlı bir süreç bu. Bazen gerilemeler oluyor. Ayrıca sorunlarımız, sıkıntılarımız o kadar çok ki…
Ama şunu iyi bilin:
Biz de ‘tarih’i yakaladık!
Geçmişten bugüne tüm iniş çıkışlarıyla Atatürk’ün koyduğu ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ hedefiyle, çok partili demokrasiye attığımız adımla, pazar ekonomisi reformlarıyla, AB’ye uyum çabalarıyla Türkiye de ‘tarih’i elbette yakaladı.
Kürt açılımı ya da demokratik açılım da bu çerçevede yer alan önemli bir gelişmedir.
Ermeni açılımı da öyle.
Alevi açılımı da öyle.
Türkiye’nin çevresinde bir barış ve istikrar kuşağı oluşturmayı amaçlayan dış politika açılımları da öyle.
İçeride, siyasal rejimi daha demokratik bir çerçeveye oturtacak sinyaller de çoğalıyor günümüzde.
Bu bakımdan, Başbakan Erdoğan’ın özellikle sivil-asker ilişkileri konusundaki tutumunun umut verici olduğu söylenebilir.
Pazar günü TRT-1’deki ‘Politik Açılım’ programında Derya Sazak’ın, “Bir darbenin eşiğinde çalıştığınız hissiyatı var mı sizde?” sorusu üzerine Başbakan Erdoğan şöyle dedi:
“Ben bugüne kadar böyle bir şeyi asla düşünmedim. Böyle bir siyasetin içerisinde ne politika yaparım, ne devleti yönetirim. Bundan önce olduğu gibi de kalkıp, bırakıp gitmem, gereğini yaparım.”
Tayyip Erdoğan yine geçen Pazar günü partisinin İstanbul İl Danışma Kurulu Toplantısı’nda konuşurken de sözü Türkiye’de darbelere, askeri müdahalelere getirdi.
“Milletten aldıkları gücü demokrasi dışı güçlere teslim eden siyasetçi profili”nin bu ülkede çok görüldüğünü belirtti. Başbakan Erdoğan, adını zikretmeksizin ‘Demirel örneği’ni verdi ve şöyle dedi:
“Fötr şapkalarını alıp kaçanları çok gördük. Biz bu tip kirli siyaseti elimizin tersiyle ittik. Milletin emaneti kutsaldır dedik. Yıllarca bu ülkede çetelere, mafyaya, kirli ilişkilere, kirli örgütlenmelere, cuntalara göz yumdular, faili meçhullere göz yumdular. Biz elimizi taşın altına koyduk, her türlü örgütün üzerine gittik ve gitmeye devam edeceğiz.”
Dileriz, Erdoğan bu yolda devam eder.
Teslim olmaz!
Demokrasinin gereğini yaparak, tıpkı yirmi yıl önce Berlin Duvarı örneğinde olduğu gibi bu ülkede de ‘duvarları’, barışı, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, özgürlük ve refahı engelleyen duvarları gerçekten yıkar.

Evet, Kapitalizm ile Liberal Demokrasinin tangosu Dünyayı bütün dertlerinden kurtardı, sırada Türkiye var…

O yukarıda bahsettiğiniz sorunlar var ya, onlar neden ortaya çıktı bilir misin, gül yüzlü Cemalim? Bilirsin bilmesine de, işine gelmediği için es geçersin… Ulus-devlet denen şeyi o batılı modernist kafalar ortaya çıkardı, Milliyet (Nation) kavramını da onlar buldu. İşte Kürd Sorunu da bundan peyda oldu, Ermeni sorunu da…

Aralara ekonomileri için sınırlar çizenler onlar, “ırk” kavramını hayvanlardan alıp insanlara uygulayan onlar… Akla tapıp, duyguya ait her şeyi katleden onlar… Ortadoğu’yu cetvelle ülkelere bölenler onlar… Hülasa her şeyi mahveden, katledenler, sorunları çıkaranlar batılı küçük rasyonel kafalar… Ama kalkıp bize akıl verenler de yine onlar…

İster AKP’yi alın, liberalizme destek verin; ister orduyu alın, savaşa para verin, alıp-vermeleriniz boşuna… Can verilecek Kapitalizm hasta yatağında… Az kaldı insanlık düşmanı Kapitalizmin Cenaze namazına…

Bir de şu devlet destekleri olmasaydı, ağzımından “haram olsun” kelimeleri yavaştan dökülmeye başlayacaktı…

demaniz@gmx.net

Hayırdır Ertuğrulcum, Kürtlere Sevinmek Yasak mı?

abah kalktım, esnemelerime biraz ara verip şöyle bir bakayım dedim internetten, tarihi günlerde kim ne karalıyor diye. Bi baktım Ertuğrul Özkök, bana “kardeşim” diye seslenmiş ve eklemiş “sana iki çift lafım var” diye… Ne oldu bu Ertuğrul’a? ne ettim de bu kadar celallenmiş diye meraklandım. Hayır, kendisiyle tanışıklığım olsa, belki bıraktığım fırça bıyıklarıma gıcık olmuş diyecem ama bırakın Ertuğrul Özkök‘ü tanımayı, Ertuğrul adında tek bir tanıdığım bile yok.

Bir ara gözüm elimdeki “Türk” kahvesine ilişti. Yoksa gizliden webcam’den Türk kahvesi içmelerimi mi izliyor diye şüphe ettim. Bir Kürdün Türk kahvesi içmesi iki çift laf işittirmeyi gerektirmez diye düşündüm. Ve daha fazla dayanamadan “bitsin bu merak” deyip “Kürt kardeşime iki çift sözüm var“ın üzerini tıkladım. (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12748000.asp?yazarid=10&gid=61)



Ertuğrul’un günahını almışım, uyku mahmurluğu ile aramdaki köprüleri tam olarak atınca anladım, meğerse mesele şahsımla alakalı bir mevzu değilmiş…

Bu adam zamanında sadece “hadi gidip Barzani’yi havadan bombalayalım” demiş olsaydı kıl kapmazdım ama çok geçmeden bu defa da ”Apo’yla görüşelim” dediği için açıkçası serseri mayın modunda okuyorum yazılarını…

Şöyle bir göz attım önce yazıya. Adamcağız meğersem şahsımı değil, tüm Kürdleri hedef almış.

Ama merak yakama yapışıp kaldı. Tüm Kürdlerin hepsi birden ne yaptı bu adama da iki çift lafı işitmeyi hak ettiler? Birkaç cümle daha okuyunca anladım, meğerse iki çift lafı işitmesi gerekenler ne benmişim ne de tüm Kürdler. Dün dağdan inenleri festival havasında karşılayanlarmış… İyi güzel de, neden “DTP’lilere” veya “örgüt sempatizanlarına” değil de özellikle “Kürt Kardeşlerine” iki çift lafı var?

“Kardeş” kelimesini de eklemiş ki, dost acı söyler modunda bir şeyler anlaşılsın. Ortamı biraz yumuşatmak adına yapılmış ucuz, klasik bir numara. Anlayışla karşılanabilinir. Peki, neden ”Kürtler”?

Hani hep derler ya, barışa geçmek için savaşın “dilini” bitirmek, yeni bir dil yaratmak gerek diye… İşte mesele bu geçiş dönemlerindeki dilde… Kin, kan ve baruttan sızan kelimeleri/anlamları yok etmedikçe ne barış olur ne de mutluluk… Ve böyle yazılar yazılıp bu konuya atfedilip durulur…

***

Güzelce döşediği yazısında Ertuğrul kısaca “niye bayram ediyorsunuz lan” diyor Kürdlere. Aslında sadece Ertuğrulcum da değil, bugün okuduğum yazarların % 98.54′ü aynı şeyi söylüyor.

DTP’lilere atfen “Şışşt sevinmeyin lan, gıcık etmeyin adamı” bugünkü tüm köşe yazıların özeti. Bir de Ruşen Çakır var. Günün her saatinde akıl/gaz veriyor herkese… Keşke sadece gazeteciler olsaydı, Cumhurbaşkanı ve Başbakan da aynı fikirde… Herkesin tek derdi Kürdlerin Barış sevinci…

Kürdlerin sevinmelerine gıcık olmayı akıl edemeden önce hep birlikte epey bir şaşırdılar. Kafayı sevincin kaynağına taktılar. Bu kadar sevinmenin ancak askeri bir “zafer” ile bağlantılı olacağına inandılar. Ertuğrul’un da yaptığı gibi birçoğu “siz bizi değil, biz sizi indik” tarzında çişli yorumlara dadandılar.



***

Ertuğrul’dan devam edelim…

Şöyle yazmış Ertuğrul:

“Öteki yanım ise, DTP taraftarlarının bu dönüşe verdiği “zafer” şöleni havasını fevkalade endişeyle izliyor.

Çünkü bir tarafta “zafer” varsa, başka bir tarafta “hezimet” vardır”.

Önce eğri oturarak şunu söyleyeyim; Ertuğrul ilk cümlesinde söz konusu görüntüleri tarihi bir sorunun çözülmesi olarak okuyor ve neye kime belli olmadan (Türkiye’ye) “helal olsun” diyor.

Ertuğrul’un “zafer”e kafayı takmasının nedeni kendi yanılgısını örtme çabası aslında. 1999′da Apo’nun emriyle militanların Kandil’e geri dönmesini Örgütün kesin askeri yenilgisi olarak defalarca ilan edip tekrarlayıp durmuş olmasıdır. Gerçi bu köşe yazısının sonunda yeniden bu konuya değinmiş ve altını üstünü yakmadan çevirip çevirip yazmış ama maalesef altında kalmış…



Kesinlikle yanlış bir mantık önermesidir “zafer varsa, hezimet de vardır“. Üstelik kullanılan kavramların hepsi yalan, uydurma. Bir kere ortada ne zafer var, ne de hezimet’in esamesi söz konusu. Zira gerçekte olaylar/olgular nötrdür, bir olay kendiliğinden “zafer havası” anlamı taşımaz. Sadece birileri onun zafer havası olduğunu düşünür. Yani Ertuğrul böyle düşünüyor diye gerçekler de öyle değil. Her sevinç gösterisi bir zafer şöleni “havası” kokmaz.

Ertuğrul bunu neden Zafer havası olarak telakki ediyor diye sorarsanız şu sonuca ulaşırsınız; Ertuğrul Kürdleri “düşman”, “karşı taraf” olarak algılıyor. Eğer algılamasaydı şöyle yazması gerekiyordu, “belki biraz abartılı propaganda çalışması ama sonuçta bir barış sevinci, havası”. Ama onun “öteki yanı” hemen devreye giriyor ve Türk tarafında “yenilmişlik” duygusunun ortaya çıkardığını yazıyor. Ve bu yüzden “tüm” Kürdlere “kendinize gelin, kalıbınızın adamı olun” diyor.

Bir yerde zafer varsa, başka bir tarafta illa da hezimet olmaz. Zira zafer taraflardan sadece birine değil, her ikisine birden ait olabilir. Bazı savaşları her iki tarafta kaybeder ve de pek çoğunun galibi olmaz.

Hezimetin olabilmesi için en az “iki kişi arasında” bir rekabet, kavga veya savaş olması gerekir.

Bir Kürd olarak şunu anladım, şu açılım sürecinde sevinmek, eğlenmek yasak. Propagandaya giriyormuş, karşı tarafı aşağıladığım için tahrik ediyormuşum, süreci baltalıyormuşum.

Şimdi merak ediyorum, acaba açılımdan sonra o “ikinci bir emir” gelecek ve sevinmek de serbest edilecek mi?

demaniz@gmx.net

Ezel Dizisi ve İnsanın Ebedi Duyguları

Ezel’i izlerken alınması gereken menü “soğuk yemekler” listesinden seçilmelidir, zira dizinin üzerinde durduğu ocakta koca harflerle “ intikam” yazmaktadır ve herkesin bildiği gibi “intikam soğuk yenen bir yemektir”.

Bu soğuk yemeğin yanında mutlaka yudumlanması gereken içecek ise tabii ki “aşk şarabıdır”. Kendisine ihanet etmiş, mahpus damlarına göndermiş ve bununla da yetinmeyerek en yakın arkadaşı ile evlenmiş bir kadına hala âşık olmak için zaten ya süzmelik derecesinde saf ya da zumluk ayarında sarhoş olunmalıdır.

Ve son olarak dizini tuzu biberi ise maalesef neredeyse her sahnede tekrarlanan ”güvenmek salaklıktır” vecizesidir.

İntikam-Aşk-İhanet üçlüsü üzerinden abartılı dozla ”gerçek hayatın hallerinin” verilmesi reyting aletlerini son voltajına kadar fazlasıyla zorluyor bu aralar. Bence Ezel ve Eyşan’nın çoğu insanın rüyalarında da rol almalarının nedeni yaptıklarının/başlarına gelenlerin gerçek hayatla örtüşmeleri.

Gerçek hayatta hiç durmadan vukuu bulan iğrençliklerden birer kesit, potpori sunuyorlar aslında bize. İki de bir tüm bu yaşananlar “Acı ama Gerçek” deyip duruyor dizinin diyalogları.

Zaten izleyiciler kendilerini karakterle özdeşleştirdikleri ölçüde dizileri beğenirler. Bu da bize tıpkı dizideki karakterler gibi gerçek hayatta ihanete uğradığını düşünen insanların sayıca fazla olduğunu gösteriyor. Ama sadece bu kadar da değil, bunun yanında maddi vs. nedenlerle sevdiğinden vazgeçenler, iyi bir hayat sürmek için gerekirse en yakın arkadaşına bile kazık atmaktan çekinmeyenler olduğunu gösteriyor…

Dizi aslında bize çaktırmadan gerçek hayattan sorular sorarak ilerliyor. Mesela “insan hasta kardeşi için aşkına ihanet etmeli midir?” ya da “en yakın arkadaşları para için insanı (ihanet edip) öldürür mü?” vs. Aslında tüm bu sorular temelden gelen ama dillendirilmeyen başka bir soruya dayanıyor.

Gerçekten ilginç bir sorudur söz konusu olan. Aynı zamanda soruyu ağzına alanlar Meryem Anadan başlayacak kadar gerilere giderler. Çünkü soru insanlığın içine yerleşmiş, belki de çoktan özüne sirayet etmiş en temel sorularından biridir. O soru, ki Komünizm tartışmalarına da analık etmiş, büyük ideolojik çatışmalara bile sebebiyet vermiştir.

Evet, sorumuz şudur; “İnsan iyi midir, kötü müdür?”.

Komünistler “iyi” derler, rakipleri ise “hayır efendim ne münasebet. İnsan besbelli kötüdür be” diye karşılık verirler. Hıristiyanlar “günahkârdır insanlar” der, diğer birçok din gibi hemen doğru yolu gösterdiğine inandıkları tabelaları işaret ederek itaat talep ederler.

Farz edelim içleri kara olsun tüm insanlığın.

İnsan kötüdür, mödütür, tamam da, asıl önemlisi “ne kadar” kötüdür? Bunun bir derecesi var mıdır? Varsa ne kadardır? Bu dizi işte bunu soruyor. Ve gerçek hayatla bağlantısını kurmaya çalışan bir Televizyon dizisi olarak durumu biraz abartıyla anlatmaya çalışıyor.



Aslında konusu eski Türk filmlerininki ile aynı. Annesi kördür. Para peşinde koşan, güçlü olmak için çırpınan sıradan tipler ve tüm bunlardan azade bir şekilde sadece aşkın peşinde koşan kahramanımız vardır. İntikam söz konusudur. Zenginler ve fakirler dalaşma halindedir…



Sonuçta karakterler şimdinin dizilerindekiler ile aynı ama sonuçlar (olanlar, olaylar) çok farklı.

Eski Türk filmlerinde para peşinde koşanlar filmin finalinde büyük bir hayal kırıklığı yaşar, mutsuz, umutsuz şekilde, tarifsiz bir ızdırab içerisine girerler. Hatta özür dilerler, af talep ederler.

Tüm Yeşilçam filmleri sonuçta bize tek bir şeyi anlatmaya çalışır: “Para ile mutlu olunmaz”. Ve bir de “insan onurunun” altını çizer.

Ve şimdi de şimdiki zamanın (post-neoliberalizmin) karakterlerine bakalım: Kankaları olan Ali ve Cengiz, -ki birisi sıradan bir tamirci, diğeri kumarhane çalışanı, fırsatını bulunca hemen kahramanımızı satar.

Ne için?

Tabii ki Para için, para, para.

Peki, sonuçta ne kadar pişmandırlar?

Pişmanlık mı? Ne pişmanlığı! Çoktan Kıbrıs’ta lüks bir kumarhane açmış, eşi ve dostuyla gayet mutlu bir hayat yaşamaktadır. Lüks namına ne varsa, çoktan ellerinin altındadır.

Milyon dolarlara kuruş muamelesi çekmektedirler. Sadece “az mutlu olan” vardır ve o da eşi Eyşan’dır. Gerçi kız kardeşi ve oğlu ile bir şekilde o da mutlu sayılır.

Sonuçta diziden şunu çıkarmak zorunda kalıyoruz: En yakın arkadaşına ihanet edenler, onun üzerinden zengin olanlar, gayet pembe bir “lay lay lom hayat” sürebilirler. “Siz de ihanet edin, mutluluğa yürüyün”… Arkadaşınızı mahpusa göndermekle kalmayın, karısına da göz koyun…

Mevzunun gerçekle bağını kurmak üzere, şimdi sokaktaki adama sorsak (gerçeği söylesin diye içki sofrasına çağırmak belki daha akıllıca olur), “bir yolunu bulup en yakın arkadaşını satmak pahasına zengin olmak ister misin?” diye, cevapların yüzde kaçı hayır olur? Bir elin parmaklarını çok geçer mi? Önce eğri oturun sonra cevabınızı verin…

Ha bir de, dizide “güvenmek salaklıktır” sözü vurgulanmak için ha bire tekrarlanıp duruluyor… O kadar çok her bir karakter tarafından tekrarlandı ki, bir süre sonra olması gerektiği gibi anlamsızlaştı. Kahramanımızın dizide tek yaptığı hata şu; başkalarına güvenmek.

Hadi başkalarını geçtik, aşık olduğu kıza güvendiği için kaybetmiş beyzademiz.



Tekrar bir sonuç daha çıkarıyoruz; Kaybetmemek için kimseye güvenmeyeceğiz, babamıza bile.

Neden güvenmiyoruz?

Çünkü insan kötüdür.

Ne kadar kötüdür?

Uğruna canını vereceğin sevgilin/arkadaşın seni para için öldürecek kadar kötüdür.

Kapitalizme (belki modernite demek daha doğru) adapte olamadığımız dönemlerde (15 bilemedin 20 sene evvel)“güvenmek salaklıktır” deseydi birisi, kesinlikle alaya alınır, dalganın her türlüsü geçilir ve en son ensesine bir şaplak indirilirdi. “Ulan insan başkalarına güvenmeden nasıl yaşar be salak?” denir ve toplum kapısın epey bir dışına itilirdi büyük ihtimalle.

Bir soru daha soruyoruz; Peki, dizide öğrendiğimiz kadarıyla kime güvenmeliyiz?

Mahpus damında tanıştığımız bunak bir mafya babasına. O bize gerçek hayatı anlatacaktır. Hatta bizi ölümden kurtaracak ve bununla da yetinmeyerek (babamızın oğlu olmadığı halde) milyon dolarlar bağışlayacaktır.

“İyi de, madem en yakın arkadaşıma, aşkıma güvenmemem gerekiyor, aksakallı mafya babasına neden güveneyim? diye soramadan duramıyor insan.

Güveneceğimiz tek kişi “aksakallı mafya babası” değildir. Bir de sığınacağımız kör bir anamız ve sahip çıkmamız gereken serseri küçük bir gardaşımız mevcuttur. Onlara yanaşıp hayatı öylece harcamalıyız.

Evet, gelelim bu kadar çok sorulan sorunun gerçek cevaplarına…

Cevapları bulmak için diziyi izlemenize gerek yok. Hiçbirisi dizide saklı değil zaten.

Gerçeği görmek için diziye değil, aralarda gösteren reklamlara bakmak lazım.

O kadar allanıp pullanan, fabrikadaki bantlarda oluk oluk akan malların bir şekilde satılması lazım. Onları almak için milletin parası ve çabası (isteği) olması lazım.

Ve tüm bunlar için çok ama çok çalışması lazım. Daha fazla tüketmesi lazım anlayacağınız, bunun için daha ve daha fazla çalışması lazım.

Herkesle rekabet etmesi lazım ki daha da verimli olsun. Tek olsun, yalnız olsun ama birey olsun. Sadece kendine güvensin. İntikam ateşindeki kadar hırslansın.

Daha fazla çalışsın, daha fazla tüketsin.

Kimseye güvenmesin, herkesi düşman bellesin.

Aşkitodan, Kankadan belki değil ama Mafya babasından iyilik beklesin.

Hep daha fazla para ve gücün peşinde koşsun.

Maddi çıkarlarını her şeyin üstünde tutsun vs. vs. vs.

Yani bu cennet vatanımız ekonomisi ilerledikçe, kültürü de ona ayak uyduracaktır. Sözün kısası; ahlakın onurun yerini para alacaktır. Ve birileri çıkıp bunu tv. Dizisi olarak sunacaktır, reyting aletlerini patlacaktır…

demaniz@gmx.net

Hasan Bülent Kahraman’nın Bilimle Sınavı

Şimdiye kadar yerden yere vurmaya çalıştığım köşe yazarlarının çoğu benim için sıradan insanlardı. Büyük ihtimalle kurduğu ilişkiler sayesinde gazetelerde köşe kapmayı başarmış, ama hayatında belki küçük tesadüfler olmasa, kamyon şoförü olarak da karşımıza çıkabilecek sıradan karakterlerdi.

Ama bu defa çok farklı bir yazarımızı Apolitik.Org’a konuk ediyoruz. Farklılığı ukala oluşu değil, bilakis mürekkep yalamış, ünlü bir akademisyenimiz olması. O bizim gerçek siyasi Kahraman’ımız. Gerçi İnşaat mühendisi olarak üniversiteyi bitirmesi şimdi Siyaset-Postmodernizm dersleri vermesine engel olamamış ama olsun. Haksızlık etmeyelim, ben her zaman ideoloji-beton ilişkisindeki benzeşme ve çağrışımlara hayran kalmışımdır. Hele binanın statik hesaplamaları ile devlet teorisinin birbirlerini tamamlamaları yok mu, gerçekten müthiş, büyüleyici şeylerdir…

İşte O Meşhur Bilimsel ??? Köşe Yazısı

Kendimizi daha fazla tutmadan Hasan Bülent Kahraman’ın köşe yazısını politik-mikroskobun önüne alıyoruz ve hemen başlıyoruz: Sabah Gazetesi, tarih: 14.09.2009. Ama başlamadan önce “bu yandaş medyada yazıyor, o yüzden taraf tutar, AKP’yi över” gibi şeyler düşünmeyin. Arkadaşlar bu yazının sahibi bir bilim adamı, içiniz ferah olsun (En azından böyle umut edelim).

Ve yazının başlığı; Muhafazakârlığın milliyetçilikle sınavı

Lütfen başlığa dikkat ediniz… Muhafazakârlık ve milliyetçilik gibi iki ayrı temel politik kavramı kullanmakla yetinmeyip bir de “Türkün Ateşle İmtihanı” kitabına gönderme yapmış. Gerçekten baygınlık derecesinde etkileyici (kendinize gelmeniz ve aklınızı yeniden toparlamanız için üç dört saniye beklemenizi tavsiye ediyorum)…



Bu iki temel kavramı birlikte ele alıp açıklayıp yorumlamak bir köşe yazısının işi değildir diye düşünmekle hata mı yapıyoruz acaba? İnşallah açıklayıcı olma babında örnek vermeyi unutmamıştır diye içimizden dua ederek devam ediyoruz.

Zira en son A. Giddens’dan bu iki kavramın açıklamalarını okuduğumda üç gün baş ağrısı ile cebelleşmiştim, gerçekten ağır mevzular bunlar. (Bu arada yazısında kalın olarak yazılan yerler kendi takdiridir. Bizimle hiçbir alakası olmadığından sorumluluk kabul etmiyoruz).

***

Bir süredir basında çıkan birkaç yazı Kürt açılımı konusunda bir tıkanma noktasına gelinip gelinmediğini sorguluyordu. Yazıların tonu epey endişeliydi. Hükümetin duraksadığını, bunun karşı tarafın işine yaradığını, bu ortamın yılgınlık ve ricat diye kavranabileceğini dile getiriyordu yazılar.

***

Öncelikle Kürt Açılımı değil onun adı, Demokratik açılım. Gerçek ismi hükümetin daha tırsmadığı zamanlarda kullanılırdı.



İkinci olarak açılınım tıkanması mı demiş? Yok be, tıkanma falan yok, Kahraman yazarımız medyayı yanlış anlamış. Artuklu Üniversitesine Kürtçe bölüm açmakla bu işin içinden tam olarak çıkılmaz bence. Bundan sonra yapılması gereken tek bir şey kalır geriye: Sınıra şöyle yüz-iki yüz tane kiralık otobüs gönderip örgütün militanlarının hepsini direkt oradan alıp hapishanelere sevk etmek. Dağdan binlerce insan birden inecekleri için teslim olma falan filan, yani bürokrasi ile fazla uğraştırmadan pratik bir şekilde yapmak lazım bence.

***

Ortada bir tedirginlik şüphesinin dolaşmaya başladığı hakikattendir. Beklenmeyen bir şey de değildi bu. Çünkü atılan adım devletçi yani milliyetçi militarist hegemonyayla sivil-demokratik kesim arasında yeni bir “paradigma” yaratma gerilimiydi. Özüne bakılırsa bu mücadele 2002′den beri (kendi kısıtlamalarını da içinde taşıyarak) devam etmektedir. Şimdi o uzun zincire yeni bir halka eklenmiştir.

Bu son halka bana göre başka anlamlara da sahip. Geleneksel çevrenin şu son keskin ve şiddetli hamlesi biraz da o gizli anlamdan kaynaklanıyor.

***

H. Bülent Kahraman’ın süsleyip püslediği cümlelerin makyajını alırsak, söylemek istediği şeyin özü şu; Muhteşem bir parti olan AKP iktidara geldiğinden beri Ordunun hegemonyasına karşı büyük bir demokrasi ve özgürlük mücadelesi verdi/veriyor ve bu Kürt açılımı da onun son halkası…



1.si “devletçi” kavramı yanlış kullanılmış, politik literatürde bu bütünüyle iktisadi bir kavramdır ve ekonomik bir sistemi ifade eder, “yani” kelimesi cümleye eklense bile milliyetçilik ve militarizmle direkt eşleşmez.

2. olarak AKP’nin “demokratik” olduğu oldukça tartışmalı bir savdır, hatta benim gibi birçok kişi göre aynı zamanda komiktir de. Ve hatta “sivil” olduğu bile emniyet teşkilatı içindeki üstün yerleşme çalışmaları nedeniyle, bence sorgulanması gereken bir özelliğidir.

3. olarak Ordu kanadı hegemonya ile, AKP’liler ise kesim olarak tanımlanamaz. Bu bizi AKP’nin devlet ile hiçbir ilişkisi olmadığı gibi salakça bir sonucuna götürür. Zira bahsi geçen hegemonya çeşidi devlet üzerinden yürür. Ve AKP de kanarya severler derneğinin Kayseri şubesinin adı değildir.

4. olarak AKP ile Ordu arasında bir mücadele olabilir ama bu sanıldığının aksine düz ve kesintisiz bir seyir izlemez. Kısıtlamalarını içinde taşıyarak diye cümleye ekleme yapmak da ufacık molalar verildiğini, yani istisnalar olduğunu demeye çalışsa da, gerçekte AKP ile Ordu arasındaki işbirliği/dayanışma Dolmabahçe ile gayri-resmi anlaşmalara kadar vardırılmıştır. Son Kuzey Irak kara operasyonunda Erdoğan’ın Orduyu Baykal ve Bahçeliye (milliyetçi-militarist kesime) karşı savunmasında olduğu gibi. Ya da panzere taş atan çocukların katlinin vacip olduğunun açıklanması gibi, ya da ne bileyim Kürdlere ateş açan pompalı ağabeylerin sırtını sıvazlaması gibi ordu-ötesi milliyetçi bir çizgiye de sahiptir. Belki yerel seçimlerden sonra DTP için”Ermeni sınırına dayandılar” açıklamasının da özel bir yeri vardır.

5. olarak AKP’nin orduya karşı devlet yönetiminde daha fazla güç ve iktidar isteği demokrasi mücadelesi olarak tanımlanamaz. Oligarşinin kendi içerisindeki güç mücadelesinin demokrasi mücadelesi diye yutturulması pek hoş değildir. Ayrıca bilimsel de değildir.

***
Yenilik dediğim şey, Türkiye’de muhafazakâr denildiği zaman akla gelen siyasal çevrelerin nitelik değiştirmesidir. Bu değişimin birçok unsuru bulunsa bile en önemlisi milliyetçilikle kurduğu ilişkidir.

Buna, “kurmadığı” ilişki dersek daha doğru olacak.

***

Elimize yeniden temizleme bezimizi alıp cümleleri üzerindeki boyalardan arındırdığımızda Kahraman’ımızın bize ne demeye çalışmış olduğunu hemen anlıyoruz: Saf ve duru bir şekilde şu cümle karşımıza çıkıyor. Muhafazakârlar artık milliyetçi değildirler.



Kendi kendinize “öyle saçma şey mi olur ya?” demeyin, zira “bilimsel” bir tespit bu. Neden artık milliyetçi değil, çünkü AKP gibi muhafazakâr bir parti Kürt açılımını yapmayı başarmışsa, demek ki muhafazakârlık da milliyetçiliği aşmış demektir. Bana sakın “neyi aşmış, nasıl aşmış arkadaşım?” gibi ya da “aştığından benim neden haberim olmadı?” gibi sorularla gelmeyin.



Tekrarlıyoruz arkadaşlar, neymiş; Muhafazakârlıkla milliyetçiliğin ilişkisi bitmiş.



Anlamayanlar için ayrıntılarına giriyoruz: Muhafazakârlık kelimesi muhafaza etmekten gelir, yani var olan değerleri korumaktan, değişime karşı çıkmaktan, velhasıl statükocu olmaktan (Batıdaki karşılığı bildiğimiz Konserve’dir). AKP ise demokratik devrim ve ileriye doğru değişimler yaptığına göre artık …??? Bir dakka ya, o zaman demek ki, muhafazakâr da değil. Zira var olan düzeni değiştiriyor, demokratikleştiriyor… Bu nasıl muhafazakârlık? Bu bildiğimiz devrimcilik değil mi ya?



Yok ya, pardon, muhafazakâr arkadaşım ya… Çünkü halen dini değerleri ağırlığını koruyor. Dini değerlere sahip çıkmak, aynı zamanda Âdem ile Havva’ya kadar eskiyi korumak, sevmek ve kutsal kabul etmek olduğuna göre, evet muhafazakâr bir partidir AKP…



Tamam, kabul edelim AKP muhafazakâr bir parti olarak son Kürt Açılımıyla milliyetçi söylemden uzaklaştı. İyi ama bunun neden tüm muhafazakâr partilere mal edecek şekilde genelleştiriyoruz? Misal diğer muhafazakâr partiler de var güzel yurdumda. Şimdi hepsi muhafazakâr oldukları halde milliyetçilikten uzaklaştılar mı?



Allahım ne oluyor bu politika bilimine? Kafam karıştı. Hiçbir şey anlamıyorum…

Kusura bakmayın devam edemeyeceğim… Yazının nasıl bittiğini merak edenler varsa;

(http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/kahraman/2009/09/14/muhafazakrligin_milliyetcilikle_sinavi)

Ayrıca sorunun ismini Kürt olarak koyduktan sonra tırsıp “demokrasi” diyen, bununla da kalmayıp küçücük bir üniversiteye Kürdoloji ismini bile veremeyen, onun yerine “yaşayan diller” ucuzluğuna kaçan bir siyasi partinin muhafakarlığın muhtevasını değiştireceği iddiası komiktir… Gerçekten komik bir iddiadır.

Ve hiçbir kamyon şöförü bir partiyi övmek için bu denli iddialarda bulunacak kadar ileri gitmez….

demaniz@gmx.net

Bir Öcü Masalıydı El Kaide…

Hey gidi eski güzel 11 Eylüller…

Hepsi bir bir unutuldu gitti…

Her yıl önce CIA’in ABD’de Müslümanlara yaptırdıkları katliamı konuşurduk, bir gün sonra ise Türkiye’de Kenan Evren’e yaptırdıklarını.

Her yıl 11 Eylül’de Bin Ladin’in ses kasetlerinin televizyonlarda dinlerdik. Ne de güzel heyecanlanırdık, korkardık…

Ve de her tarafta alarmlar verilirdi..

II.

Çok değil birkaç sene evvel batının kahraman orduları hayatlarımızı ve özgürlüğümüzü o kadar güzel korurlardı ki… Şimdi gel de bunu küçük çocuklara anlat…


El Kaide haberleri toplam haberlerin neredeyse yarısına tekabül ettiği için psikolojimiz de etkilenirdi az buçuk.

Hatta o kadar etkilenirdik ki canlı bombalardan, sokakta her gördüğümüz çember sakallının elbisesinin kıvrımlarına dikkatle bakardık…

Ya gariban ABD’liler? Onlar daha da vahim bir travma içerisindeydiler. Az mı okuduk, uçak binişlerinde Araplarla Amerikalıların kavga ettiklerini…

Ya o nefes kesici Amerikan dizileri, filmleri… Teröristler bombaları patlatmaya çalışırken haşmetli ABD’lilerin gazabına uğrarlardı.

Ama bazen de başarırlar ve ortalık kan reva içinde kalırdı…

Niye çekilmiyor artık o diziler, filmler?…

Çekiliyorsa da niye artık Gizli Servislerin parmakları olduğunu da ifşa etme gereği duyuyorlar?…

Allahım ne oldu bu El Kaide militanlarına?

Hani bunlar çok güçlüydü?

Hani o kadar çok güçlüydüler ki, dünyanın tek süper gücüne meydan okuyor ve hatta Nazilerin/Sovyetlerin yapamadığını yapıp onu kendi evinde vuruyorlardı.

Bu yüzden 1.5 MİLYON (yazıyla bir buçuk milyon) İNSAN öldü.

Saddam bunlara zamanında yeterince destek veremedi mi acaba?…


Ama artık yoklar…

Afganistan’da ABD pes etti edecek, o yüzden şimdi hepsinin orada olması lazım.

Hatta oradan eğitilip masum insanları öldürmek üzere dünyanın dört köşesine çoktan gönderilmeleri gerekiyordu.

Hani Irak’ta patlayan bombaların hepsini bunlar yapıyorlardı? Hani bu caniler her gün onlarca insanı katlediyorlardı?

Ama şimdi olayın arkasında eski Baasçılar olduğu söyleniyor.

Daha geçen hafta Irak yönetimi neredeyse bu eski Baasçılar yüzünden Suriye’ye savaş ilan edecekti.

Ne oldu bu El Kaide’ye? Allahım nerede saklanıyorlar bunlar?…

Irak’dakilerin eski Baasçılar, Afganistan’dakilerin Talibanlar olduğu söyleniyor…


Artık yoklar…

O hikâye bitti…

Kimse 11 Eylül’den bahsetmiyor artık.

Ve daha önemlisi Obama geldiğinden beri, hiçbir medya organı El Kaidenin adını ağzına almıyor.


Evet, aradan sadece sekiz yıl geçti…

Popüler kültürünüz Bin Ladin’i de yedi…

Hungtinton diye bir gerizeka vardı, Kültürlerin Savaşları diye bir şeyler geveliyordu…

Bush’lar, Blair’ler, Perle’ler, Cheney’ler, Biden’lar ve Rumsfeld’ler her gün televizyona çıkıp bize yalanlar söylüyordu.


Sadece Wallerstein söylemişti zamanında gerçeğin hazin sonunu.

Komünist abim şöyle demişti; “ABD Irak’ı işgal ederse ideolojik olarak kendisini bitirir”.

Bitmekten beter oldular be abi. Faşist oldukları halde kendilerine siyah başkan bile seçmek zorunda kaldılar..

Allahın Sopası dedikleri bu mudur abi?

demaniz@gmx.net

Cem Yılmaz’ın “Yahşi Batı”sı Çalıntı mı?

“Haydaa, dün bir bugün iki, bu ne acele? Daha senaryo yeni yazıldı, çalıntı olduğu nereden bilinebilir ki?” diye sorgulamalar yapmayın.

Zaten film biter bitmez kendilerine sinema eleştirmeni süsü vermiş bazı kişiler “Tanrıya şükürler olsun, buna benzeyen bir Alman filmi var” diyecek ve ellerini klavyeye şehvetle uzatıp, çakan hınç yıldırımları eşliğinde ortalığı kanlı eleştirilere boğacaklar. En çok tıklanan internet sitelerinini yöneticiler de “Yorumcu Kanber’e söyleyin, bu sinema haberi onsuz olmaz” deyip bol bol “şok şok şok, Cem Yılmaz Almanlardan mı çaldı (tırtıkladı, kopyaladı, esinlendi vs.)” diye onlarca, yüzlerce haber yaptıracaklar Kanber’e.

Cem Yılmaz‘a karşı beynimdeki komikliği de içine alan amigdalamda sakladığım hayranlıktan dolayı, savunma mekanizmam içgüdüsel olarak hemen devreye girme gereği duyuyor. Ve ellerim klavyeye kendiliğinden uzanıyor.

Öncelikle tüm bilimlere analık eden felsefeden başlayalım. Birşeyin başka bir şeye benzemesi suç mudur? Bu mantiki önermesin doğruluğu benzediği şeyin içkin özelliğine bağlıdır. Misal Sivaslı Sindiy. Cindy Crawford‘da benzemek bırakın suç olmasını, playboyları peşinize takmanıza ve reklamlardan gani gani para getirmesine neden olur. Aynı şey tv programı yapan yerli Paris Hilton için de geçerli. İyi de, bir sanat eseri daha önce meydane getirilmiş bir başka esere benzediğinde neden suç oluyor? “Her sanat eseri özgün olmak zorunda” diyorsanız, ben de size “peki biz hepimiz Adem ile Havva’nın cinsel ihtiraslarının sonucunda ortaya çıkmadık mı?” derim. Yani hepimiz Turhallı sayılırız, “biz bize/birbirimize benzeriz” şakı sözünde olduğu gibi.

Benzerlik mi? Hırsızlık mı ? dilemması meselenin can damarı. Asıl rolü oynayan, karar verici ise Vicdanlarımız. Eğer vicanınız yufka şeklinde ise benzerlik diyeceksiniz, Ceyar‘ı andırıyorsa hırsız.

Ve gelelim bizim tesadüfü benzerlik, bazılarının ise hırsızlık diyecekleri ayrıntılara…

Dedikodu programlarında Cem Yılmaz’ın Yahşi Batı‘nın konusu ile ilgili verdiği tüyolardan yola çıkarak, 2001 Alman yapımı olan Michael Bully Herbig‘in “Der Schuh des Manitu” (Manitu’nun ayakkabısı) filminin benzerliklerine deyineceğiz. Filmin isminin Türkçeye neden “Ulu Manitu” olarak çevrilme gereği duyulduğunu “Dünyayı Kurtaran Adam” gibi bir ismin neden seçildiğini hatırlayınca fazla sorguladan geçiyoruz.

Bully, Cem Yılmaz gibi ülkesinde ünlü bir komedyen. Tv.de komedi programı yapıyor ve Cem Yılmaz gibi bir deha olarak nitelendiriliyor. Ve her ikisi de sinemaya el atıyor.

Her ikisi de filmin senaristliğini, yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu yapıyor.

Ve eğer Cem Yılmaz’ şimdiye kadarki komedi filmlerinde olduğu gibi, bu filmde de birden fazla karekteri canlandırırsa yeniden Ulu Manitu ile bir benzerlik daha taşıyacak (Bully sadece iki rolde oynuyor) ve Kanber’i daha da şehvetlendirecek.

Her iki film de komedi ve her ikisi de vahşi batıda geçiyor. “Yüzlerce Western filmi var, ne var ki bunda?” demeyin. İki komedyen de amerikalı olmadıkları halde, amerikada geçen film yapıyorlar.

Üstelik bunu yaparken Amerikan tarzı filmi tiye alıyor, dalga geçiyor, absürt bir şekilde ve bazen de kendi kültürleri çerçevesinde değerlendiriyorlar.
Ulu Manitu’nun en komik sahnelerinden birisi, başrol oyuncusunun “Servus” (selamınaleyküm) demesidir. Sadece Bavyera eyaleti gibi köylü olarak sınıflandırılan bir memlekete ait bir selamlama kelimesinin Kovboylar tarafından kullanılması Almanlar için komiktir. Cem Yılmaz da Osmanlıdan muhtemelen iki Türkün vahşi batıda benzer kelimeler kullanacağı kesin gibi. Bunu yapmazsa bile bir Türk gibi davranıp bizleri güldüreceklerdir.

Bully filminde oynadığı rollerin birinde eşcinsel bir kızılderiliyi canlandırıyor, (ki aynı zamanda güney Alman şivelerinden birini konuşuyor). Kızılderili-eşcinsel tiplemesi komedi çağrışımları yapması tıpkı G.O.R.A‘daki robot-eşcinseli hatırlatıyor. Cem Yılmaz bu filminde de eşcinsel karakter kullanırsa yeniden eleştirmenlerin ekmeğine okkalı tereyağı sürecek.

Bu kadar benzerlikleri olan iki komedyenin aynı konuyu işleyen filmlerinden birisi daha senaryo aşamasında bu kadar ortak noktaya sahipse, varın siz düşünün, Yahşi Batı bittikten sonra Kanberler neler yazacak?

demaniz@gmx.net

Ali Bulaç Marx’a Meydan Okurken Gıdıklıyor Bizleri

İnsanın mizah anlayışı çok tuhaftır, bazen duvardan paldır küldür düşen gariban birine, bazen de salya sümük ağlanması gereken yerde “sinirden” güleriz. Argo kelimeleri günlük hayatta belki ayıplarla dilimize dolarız ama Karikatürlerde karşılaşınca basarız kahkahayı. Dalga geçmek de öyledir, “aaa ne kadar ayıp” demek herkes için rutin bir kullanımdır ama bunu iyi yapan biri (Huysuz Virjin gibi) gülmekten gözlerinizden yaş getirebilir.

Ama bazen de ciddi bir şeyler anlattığını sanırken karşısındakini iki eliyle gıdıklarmışçasına beter edenler bizi güldürür, tıpkı yeni konuşmaya başlayan çocukların ya da Ali Bulaç’ın yaptığı gibi.

Salça etkili bilgi bombaları olan Türk medyasının her biri birbirinden merdane köşe karalayıcıları pimi çekti mi, taş üstünde taş bırakmazlar. İslami cenahın müthiş sosyologu Ali Bulaç da bunların önde gidenlerinden biridir. Zira o aynı zamanda bir teorisyendir, Marks’ı çoktan sollamış, Rousseau‘yu basitliği ile çok geride bırakmıştır. Gelecek tüm kuşaklar Ali Bulaç’ın zihninden bir güneş ışığı gibi yeryüzüne yansıyan düşünce sistematiğinin oluşturduğu düzen içerisinde büyüyeceklerdir. Bu, bu kadar basittir, lamı cimi yoktur. Kalemi bir direksiyon misali elindedir ve dünyaya yön vermektedir…

Ali Bulaç ismi geçince hemen kahkahanızı atmayın, sabırlı olun, zira konumuz Afganistan ve Irak’taki masum insanları öldürenlerin eşcinsel askerler olduğu yönündeki saptaması değildir. Daha derindir… Konu demokrasi, dolayısıyla tüm insanlığın geleceğidir.
İşte size o müthiş sapma, saptama ve saplantılarla dolu yazısı, Zaman, 20 Mayıs 2009.

***

Modern dogmalar, mutlakiyetçi gruplar

Uzun zamandır “müzakereci siyaset” diye kavramsallaştırmaya çalıştığım şeyin hem muhtevasını hem sınırlarını belirlemeye çalışırken, amacım Batı’nın bıraktığı yerden yeni bir demokrasi imkânını araştırmaktır.

***
Dedik ya o bir teorisyendir. Tabii ki ayıp olmasın diye, “ben teorisyenim, ben teorisyenim” diye böbürlenmiyor. Peki ne yapıyor, kaç bin yıllık demokrasi düşüncesini on binlerce batılı bilim adamının elinin altından çekip alıyor ve ona bir yön veriyor. Adı; Müzakereci Siyaset. İki kelime de Arapça kökenli, yani yerli, yani İslami, yani bizden. O zaman tamamdır. İlk akla gelen “karşılıklı görüş alış verişinin olduğu siyasi sistem” oluyor. Ama sanki şu Gramsci’nin Sivil Toplum görüşünü çakması gibi bir his doğuruyor. Biz yine de önyargılarımızdan arınıp devam ediyoruz.

***
Özetle iddiam şudur: Tarih içinde, ama özellikle 19. yüzyıldan başlayarak 21. yüzyıla kadar Batı’nın geliştirdiği demokrasinin referans çerçevesini kadim medeniyetlerde bulmak mümkün. Batı haklı olarak ve anlaşılabilir sebeplerle özellikle Atina Site tecrübesini öne çıkardı. Ancak şunu hepimiz kabul ediyoruz ki, sadece özgür erkeklerin katıldığı Atina demokrasisi ile sınıfsal temellere dayalı Batılı demokrasiler arasında uçurumlar kadar fark var.

***
Dikkat; teorisi değil, sadece iddiası budur. Ay ne de alçak gönüllü bir şahsiyet di mi! Neyse, bize demokrasinin kökenin Atina site devletleri olduğunu hatırlattı. Kafanızda belki “bunu ilkokulda öğretiyorlar, ne var bunda” gibi bir düşünce peyda olabilir ama bir bildiği var ki, bunu söylüyor. Batılı çağdaş demokrasi ile arasındaki farkı da ilkokulda öğrettikleri için hemen geçiyoruz.
Sıkı durun, merakınız sonra eriyor ve bir sonraki paragrafta teorisini açıklıyor.

***
Geldiğimiz noktada Batılı demokrasiler de her sorunu çözmeye yetmiyor; siyasal çoğulculuk yanında sosyo-kültürel çoğulculuğu sağlayamıyor ve kendilerini lobilerin, devasa şirket ve çıkar gruplarının derin etkisinden kurtaramıyorlar. Medyanın araya karışması ve pop kültürün yaygınlaşması sonucunda da demagoglar, muhteris ve kifayetsiz siyasetçiler tarafından da yozlaştırılıyorlar. Bu aşamadan sonra demokrasinin yeni entelektüel-felsefi kaynaklardan beslenip işleyen süreç içinde kendini yenilemesi, zenginleştirmesi lazım. Benim iddiam, bunun İslam’ın irfan kaynaklarından hareket edilerek sağlanabileceği hususudur. Buna da “müzakereci siyaset” ve eğer kristalize edebilirsek “müzakereci demokrasi” denebileceğini düşünüyorum.

***
Batılı demokrasiler son sınırına ulaşmış ki, bu yüzden bizimki (sosyolog Cüneyt Arkın’ımız) dünyayı kurtaracak yeni bir teori geliştirme ihtiyacı duymuş… Ve biraz dikkatli okursanız sorunların temelinde kapitalizmin özünde yatan hastalıklar var. Ama tüm bu sorunlara kaynaklık eden kapitalizme yönelik tek bir eleştiri (nedense?) yok. Adamın günahını almayın hemen, unutmuştur belki. Komünistlerin yüzyıla yakın bir süre içerisinde binlerce milyonlarca kez dile getirdikleri eleştirileri Ali Bulaç bir kez daha tekrarlamanın dışında tam bir şey sunmuyor derken, ortaya atılıyor “bundan sonrası İslam’ın işidir” diyor ve bir adım daha atarak “müzakereci demokrasi” diye bir kavramlaştırmaya gidiyor.
Tabii ki siz yazının geri kalanında saf saf “İslam’ın demokrasiyi nasıl geliştireceğini” okuyacağınızı düşünüyorsunuz, hemen söyleyeyim, boşuna hevesleniyorsunuz. Yok öyle bir şey. İslam ve demokrasi ikilisinin yan yana geldiği tek bir cümle bile yok yazının geri kalanında. Her şeye rağmen siz yine de unutmayın, Hristiyanlıktan farklı olarak toplumsal hayatın tümünü şeriat adı altında düzenleyen, devlet kilise ayrılığı gözetmeyen, çok güçlü bir Tanrı anlayışı altında mutlak teslimiyeti vaaz eden İslam, demokrasinin bundan sonraki tek çıkış yoludur.

***
Müzakereci siyasetin yeni bir demokratik perspektife imkân vermesini engelleyen önemli engellerden biri “laik dogmalar”ın kendilerini yasal güvenceler altına alıp, bunları savunan veya varlıklarına kimlik olmalarını sağlayan toplumsal grupların bu sayede kendilerini “dokunulmazlık zırhı” arkasına saklamalarıdır. Son “eşcinsellik tartışması” bunun somut örneklerinden biri oldu.

***
Ve baklayı ağzından çıkarıyor, hedefini gösteriyor ve tetiğe asılıyor. Müzakereci siyaset dediği ve aslında çocuk saçmalıklarından (ne yazık ki eksiği olmayıp) fazlası olan düşüncenin önündeki engelleri ortaya koyuyor; laik dogmalar, siz Kemalistler olarak okuyun. Yasal dokunulmazlık zırhının arkasına saklanıyorlarmış bu adamlar.
Ve son cümle. Bu son cümle aslında bu yazının yazılma nedeni. Herkes üzerine gülünce, kendi saçmalıkları değil de, laiklerin gülünç olduğunu söyleme cesaretini kendinde buluyor.

***
Demokrasilerde en yüksek değerin düşünce ve ifade özgürlüğü olduğunu biliyoruz. Bu özgürlükten anlaşılan, yeni düşüncelerin özgürce dile getirilebilmesi; kamu otoritesinin karar ve icraatlarının eleştirilebilmesi; karar alma süreçleri üzerinde etkili olunabilmesi ve her toplumsal grubun diğeriyle olan farklılığını belirleme, farklılığını koruma hakkını savunabilmesidir. Bu, özgürlüğün kâmil anlamda kullanımını gerektirir.

***
Bu cümleleri iftiharla yazan Ali Bulaç’a sorulması gereken kaçınılmaz sorular: Madem demokrasilerde düşünce ve ifade özgülüğü en önemli değer, o zaman neden eşcinsellere saldırıyorsun? Ve onları canilikle suçluyorsun? Sen de çok iyi biliyorsun ki, eşcinseller bugün tüm ülkelerde (Avrupa da dahil) kendi kimliklerini ifade etme güçlüğü yaşıyorlar. Madem demokrasinin tıkandığını ve gelişmesi gerektiğini düşünüyorsun, onlara insanca yaşam hakkını verilmesini neden savunmuyorsun? Batılıların demokrasisini beğenmeyip, ona biraz da şeriat ilave edelim derken baskı gördüğünü bağıra çağıra söylüyorsun da, başkaları baskı görünce bırak onların haklarını savunmayı, neden sapıklıkla suçluyorsun? Yapma Ali Bulaç, komik oluyorsun.

***
Ancak giderek birtakım gruplar kendilerini kanuni korumalar altına alıp, her türlü eleştiriden muaf tutmaya başlıyorlar ve bunların sayıları giderek artıyor. Bugün “Yahudi soykırımı” aleyhinde konuşmak suçtur. Son yıllarda bazı Avrupa ülkeleri, “Ermenilere soykırım uygulanmadığını iddia etmeyi” suç kategorisine soktu. Tabii ki Türkiye de “soykırım iddiası”nı suç saymaktadır. Avrupa aynı şekilde eşcinsellerin tercihlerinin ve yaşama biçimlerinin eleştirisini suç sayıyor. Eşcinseller Avrupa’da birçok ülkede bu dokunulmazlığı ele geçirmiş bulunuyorlar. Dahası, AB cinsiyetçi olduğu gerekçesiyle ‘miss’ ve ‘mrs’ hitaplarının yasaklanmasına karar verdi. Buna göre çeşitli dillerde olan “madame, mademoiselle”, “frao, fraulein”, “senora, senorita” gibi kelimeler kullanılmayacak. İskoç milletvekili Struan Stevenson haklı olarak yakınıyor: “AB kurumlarının gaydayı yasakladığını, muzların şeklini belirlediğini gördük, şimdi de kendi dilimizde hangi kelimeyi kullanacağımızı söylüyorlar.”

***
Kemalistlerden sonra eleştiri oklarını batılı Hıristiyanların böğrüne saplamaya başlıyor. Ali Bulaç öyle bir demokrasi militanı ki, eleştirilerden kimse yasal korumaların arkasına saklanmamalı diyor. Diyor demesine de, biz merak ediyoruz, acaba kendi geliştirdiği o müthiş müzakereli siyaset teorisinde de eleştiri diye bir şey var mıdır diye. Zira İslam’da sorgulamanın günah olduğunu çok iyi biliyoruz.
İkinci olarak soykırım meselesi insanın vicdanı ile alakalıdır. O yüzden tıpkı özel mülkiyetin egemenler için yasaların koruması altına alınmaları gibi, soykırımın da yasal korumaya almaları bi o kadar sakattır. Tabii ki Ali Bulaç’ın meselesi vicdan falan değildir, ileride Yahudiler ve Ermenilere olan dostane ! düşüncelerini rahatlıkla ortaya koyamamaktan korkuyor. “Bırakın rahat rahat küfür edelim” diyor, sizin anlayacağınız.
Üçüncüsü eşcinseller hiç de onun bahsettiği şekilde Avrupa’da dokunulmazlıklarını ele geçirmiş falan değiller. Bir buçuk yıl önce Avrupa’dan döndüm ve sekiz yıl orada yaşadım, eşcinsellerle tanıştım ama hiçbirinden düzene dair olumlu bir şey duymadım. Hatta sorunlarını anlatırken gözlerinin dolduğuna şahit oldum. Merak etmesin Ali Bulaç, oradaki Katolikler kendisi gibi düşünenleri aratmıyor. Tıpkı onun gibi eşcinselliği hala bir psikolojik hastalık gibi görenlerin oranı belki buradan daha fazla. Ve tıpkı buradaki gibi çok büyük bir kısmı kendilerini saklamak zorunda kalıyorlar. Dokunulmazlıklarını ele geçirmiş demekle sanırım bir elin parmakları kadar Avrupa ülkesinde evlenme haklarına kavuşmalarından bahsediyor.

Cinsiyetçi tanımlamalara gelecek olursak; bu kelimelerin anlamlarını bilmeyen yanlış anlamasın, bu bay-bayan demek değil. Evli ve bekâr (bakire) kadınlar için kullanılan hitap şekilleri. Üstelik almanca frao diye yazılmaz, Frau diye yazılır Ali Bulaç. Ve en son yapılan araştırmalarda bakireliğe veda yaşı Almanya’da 12 idi. Yani artık gerçekten gereksizleşmiş bir hitap şekli. O kadar gereksiz ki, sekiz yıl boyunca hiç kullanıldığını duymadım. Ama Ali Bulaç için bekaret çok önemli, kadının namusu, yani her şeyi.
Ve muzların şeklinin AB tarafından belirlenmesi. Ali Bulaç kapitalizmin ne olduğundan habersiz olduğu için, doğal olarak standardizasyon denen şeyden de aynı şekilde bihaber. Güzel insan, bu kapitalizmin çok büyük miktarlarda üretim yapmasının zorunlu bir sonucu, yani aşırı komplike olmuş hayat tarzı bunu gerektiriyor. Senin ülkende hiçbir kural kanun işlemediği için olanlara şaşırma ama diğer kapitalistler bunu mecburen yapmak zorunda kalıyorlar.

***
Batılı demokrasiler farkında olmaksızın entelektüel bir kısırlığa düşüyorlar. Her grup kendini eleştiriden muaf tuttukça, düşünme alanı biraz daha sınırlanmaktadır. Umberto Eco, bunun bir tehdit olduğunu düşünüyor: “Batı bakış açısından mutlak hakikat değeri olmadığından, her şey daima müzakere edilir. Ve ne kadar edilirse o kadar iyidir.” Eco öyle diyor, ama kendilerini yasal koruma altına alan gruplar Batılı demokrasileri zihinsel açılımlara kapatıyorlar, bunu da kendi ideolojilerini, düşüncelerini dogmalaştırarak yapıyorlar. Laik dogmalar demokrasileri öldürüyor, gücü ve avantajı ele geçiren gruplar Ortaçağ’daki gibi kendilerini mutlakiyetleştiriyorlar.

***
Evet, sonuç olarak Ali Bulaç’a göre demokrasinin önündeki en büyük engel laiklik. Aslında tek suçlu Ali Bulaç değil. Ona Sekülarizm’i bir şekilde kendilerine iktidar dayanağı yaparak anlatan (laiklik düzmecesiyle) Kemalistlerin suçu. Şimdi zamanım olsa bir çocuğa masal anlatır gibi Ali Bulaç’a da sekülarizmin 17. Yy dan sonra nasıl ortaya çıktığını, aydınlanmayı, ulus devletlerin ortaya çıkışını, dünyevileşmeyi anlatacağım ama inanın zamanım yok…

demaniz@gmx.net

Benzer yazılar :

ایران عشق و انقلاب

skerlik başvurusu sırasında mesleğimin resmi adının uluslararası ilişkiler “uzmanı” olduğunu öğrendiğimde, koltukaltı kaslarımda gayri ihtiyari bir kasılma olmuştu. Tezkere ertesinde aklıma bir “uluslararası ilişkiler Analiz bürosu” açmak gelmişti. Manyak gibi analizler yapacaktım wallaha. “Bilimsel Veriler olmadan müşteri kabul edilmez” diye bir de tabela asacaktım camına. Tek ihtiyacım olan şeyin bu olduğunu zannediyordum zira. Ama mesele İran olunca veriler beyhudedir. Ayrıca bu verilerin bilimselliği de soru işaretlerine bezenmiştir…

Başlığı görünce hemen Farsça online-sözlük sitelerine abanmayın, merakınızı hemen dindireyim, Türkçe anlamı şu; İran, Aşk ve Devrim.

Hemen her sözcük kendi dilinde kullanıldığı anlamlardan, yaptığı çağrışımlara kadar onlarca öğeyi içinde barındırır ve başka bir dile çevrildiğinde gerçek özünü, sözünü kaybeder. Bir Türkün algıladığı İran, Aşk ve Devrim, onların kendi İran, Aşk ve Devrim’inin tıpkısının aynısı değildir. Onların ülkeleri, aşkları ve devrimleri binlerce yıllık aryen kültüründen ve on iki imamlardan kalan acıdan süzülmüştür. Belki de İran’ı anlamak için rasyonel-batılı akıldan feragat edilmelidir. Yani acıyı ve onuru yeterince bilmek, tanımak ve sevmek gereklidir…


İran’daki şu son olaylara kafasını daldıranlar akşamı Sokrates’i rüyasında görüyorlardır; bu filozof onlara bağırıp duruyordur; “ tek bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir”…


Hiçbir şey bilinmese de, biz “bilindikleri iddia edilen şeylere” bir göz atalım yine de…


“Her ustanın bir tekniği vardır” derler ama mesele İran ise her usta öyle ya da böyle “güç tehlikelidir, insanlar ona ulaşmaya çalışır, ulaşınca yapışıp kalır, yapışmakla da kalmaz kendi yararına (halkın zararına) kullanır ve bu yüzden tehlikeli olaylar cereyan edebilir” tekniğini uygulamak zorunda kalacaklardır. Kiminin kafasında Budist, kiminin Anarşist çağrışımlar yapsa da bu böyle bir teknik kendisini dayatır.


Bunun böyle olmasının nedenlerinden biri Rafsancani’dir. Bu adam sekiz yıl boyunca Cumhurbaşkanlığı yapmış, yaparken de “devletin malı deniz, yemeyen keriz” sözünü kendisine amaç edinmiş ve görev süresinin sonunda “en zenginler Top 10 listesine” girmeyi başarmıştır. Şimdi iki kilit Konseyin başındadır ve adamları da oradadır. Hamaney’in kuyusunu kazmak için elinde kürek, yüreğinde kızının gözaltına alınması nedeniyle nefret vardır ve şu sıralarda Kum Şehrindeki Molllaları ikna turuna çıkmıştır.


Ahmedi Nejat anasından kız doğmadığı halde şanslı olanlardandır. %17 ile Tahran Belediye başkanı olmuş ve geçen seçimlerde mollalar birbirine girince adı gündeme gelmiş, Bush’un da yaptığı açıklamalar ile Cumhurbaşkanlığı makamına otur(tul)muştur. Tabii ki keramet o koltuğa oturmak değildir, o koltuktan kalkabilmektir… Ama o kendini yaya yaya kurulmuştur o koltuğa, zira arkasında halkın çoğunluğu olmasa da, güç adına ne ararsan mevcuttur; I. Dini ve siyasi Lider Hamaney, II. Ordu, III. Devrim Muhafızları IV. Milis Kuvvetler (Besic)… Yani her söylediği kanun olan biri ve elinde silahı olan herkes “hadi Ahmedi Nejatcım, sana dil uzatanın dilini keseriz” derken o koltuktan kalkınmaz zaten…

Kargaşanın nedeni elbette sadece Muhafazakarlar arası güç kavgası değildir…

Bir de bizim gariban, Azeri, Humeyni’nin başbakanı, devrimin has çocuğu, reformcuların başı sayılan Musevi var. Daha seçimler başlamadan Devrim Muhafızlardan “kadife devrim yapmaya hevesli gördüm seni, kalkışma hemen ezerim” uyarısı aldığında içime Nida gibilerin öleceği doğmuştu. Ama “sığınacağım yer, Humeyni’nin mezarıdır” dediğinde, ne yalan söyleyeyim, bu mezarın bombalanmak isteneceğini hayal bile edememiştim. Güce kene gibi yapışanların bu kadar hırçın olacaklarını tahmin etmek, her babayiğitin harcı değildir.

Bunlar Reformcu falan da değil, bildiğimiz “korkak“. Bu kavram illa da olumsuz bir anlam taşımaz. Korku bir savunma mekanizmasıdır ve hayatta kalmaya yarar… Korku insana önlem aldırır. Hamaney’in kendisinden sonra yerine oğlunu getirmek isteği ve Ahmedi Nejat’ın diktatörlük hevesleri reformcu olarak adlandırılanlarda kalp atışını duyacak ve kemikleri zangır zangır titretecek kadar derin bir monarşi korkusuna neden olmuştur. Biz Kemalistlerin laiklik pencerisnden dünyayı algıladığımız için tüm olanlar bize dangalaklık gibi gelebilir ama onların tek istedikleri rasyonel bir kafayla yönetlilmesi gereken (İslami) “Cumhuriyeti” korumaktır. Ahmedi Nejat’ın önündeki dört yılda monarşiye dört kat ekleyip sağlam bir şekilde inşaa edeceklerinden korkmaktadırlar. Hepsi bu.

İslami Cumhuriyetin özüne sahip çıkanlara reformcu demek saçmalıktır bu yüzden, korkak demesek bile onlara en uygun niteleme Cumhuriyetçilerdir. Onlara göre İslami Cumhuriyet devrimi özünü kaybetmiştir ve ona geri dönülmeliridir.

Bundan sonra ne olur? sorusuna Sokrates’in sözü cevap olur.


Taşlar yerinden oynamıştır, seçim sonuçlarına karşı atılan ok hedefinden sapmıştır…

İranlılar koşuyorlar, ama emin olun, onlar dahi nereye doğru koştuklarını bilmiyorlar…

demaniz@gmx.net

Kasımpaşalı Hakkındaki Spekülatif Kıllanmalar

Yaptıkları toplantılarla Dünyayı daha iyi nasıl sömürürüz? sorusuna cevap arayan neoliberallerin sihirli dağı Davos’ta Perez ile tartışan Erdoğan beni açıkçası hayal kırıklığına uğrattı. İki laf soktuktan sonra küsüp kaçacağına adam olsaydı da, yaşına başına bakmadan Perez’e bir tokat atsaydı, gerçek bir kahraman olurdu. Erdoğan gibi cahillik ve kabadayılığın muhteşem sentezini temsil eden bir adamdan beklenebilecek en iyi şey budur. Neden mi?
Bir arkadaşım Münih’te İngilizce bilmediği için “bulaşıkçı” olarak işe alınmadığını söylemişti (Belki abartılı bir örnek ama gerçek). Lakin Türkiye’de bırak bulaşıkçıyı Uluslar arası binlerce toplantı ve görüşmeye katılan, 70 milyonu ilgilendiren hayati meseleleri konuşan, “van minıt, olmaz, van minıt” diyen İngilizcesiz birini başbakan yapıyoruz. Sonra da olup bitenlere “hadi ya! Şok şok şok…” diyerek şaşıyoruz. Hatta daha da ileri gidip katmerleşen Ortadoğu sorunlarını çözmesi için ülkeler arasında mekik dokuyan “arabulucu” olarak görevlendirilmesinden gurur duyuyoruz. Cahil, kabadayı bir adamı bile başbakan yapacak özgür bir toplumsal yapıya sahibiz yani, ne güzel! Kendimizle gurur duyalım. Ve Yasin Hayel’in başbakan seçileceği günleri sabırsızlıkla bekleyelim.

Bu adam eğer 7 yıl boyunca başbakan olarak hizmet vermişse, yaşadığı toplumun altyapısındaki tıkanan kanalizasyon şebekesine bakmak gerekiyor. Hayatı düşman, tank top, hedef olarak algılayan askerlerimizin sevk ve idaresindeki bir demokraside yaşıyoruz. Baykal ve Bahçeli çiftinin laik milliyetçi çiftçi tavırlarıyla iktidarı büyük bir hassasiyetle kontrol ediyoruz. Bu ülkenin neredeyse üçte birini oluşturan bir azınlık, insani taleplerde bulunduğunda dış mihrakların oyununa gelmiş hainler olarak nitelendiriyoruz. Adalet sisteminin nasıl çöktüğünü anlatıyoruz, eğitimin sendikaların ve daha binlerce yapının kırmızı alarmlarını gösteriyoruz ve pişkin pişkin yeniden şaşırıyoruz.
Erdoğan’ı işte böylesi bir toplumsal altyapı şebekesi üretiyor ve havaalanında bayraklarla karşılayarak sevinç çığlıkları atıyor.

Gelelim neden kıllandığıma,
Adettendir, bilirsiniz, bir ülke saldırıya başlamadan önce başbakanını, her bir bakanını nabız ölçme aletleriyle çevre ülkelere gönderir ve “haberiniz ola, yakacaz yıkacaz” derler. Hiçbir uluslar arası yükümlülüğe uymayan İsrail büyük bir tevazu göstererek bu geleneğe uydu ve dışişleri bakanını Mısır’a, başbakanını da Türkiye’ye gönderdi. Sonradan medyada çıkan haberlere göre Mısır hükümeti Gazze’ye yapılan saldırıyı önceden biliyor ve büyük bir insani adım atarak, İsrail’i sivillere zarar vermemesi için nazikçe uyarıyor. Peki, altı saat boyunca Olmert ile görüşen başbakanımız Gazze’ye saldırılar başlayınca ne diyor? “ Beni kandırdılar…”

“Hay da, ne oldu şimdi?” demiyor ve İngilizce meselesini neden detaylandırdığımı da işe katarak olayları anlamaya çalışıyoruz;
Monşerler seçecekleri her bir kelimeye uluslar arası görüşmelerde acayip dikkat ederler, zira bilirler, eşanlamlı görünen sözcükler bile yanlış yerde kullanıldıklarında milyonlarca dolarlık ticari anlaşmalara zarar verebilir, ülkeler arasında gerginlik veya husumet yaratabilir, maazallah savaş bile başlatabilir. Başbakanımız “ben monşerlerin dilinden anlamam” dedi, iyi de madem diplomasiden anlamıyorsun, neden bulaşıkçılık değil de başbakanlık, hatta daha da ileriye giderek arabuluculuk yapıyorsun?

Başbakanımızı kandırsa kandırsa tercümanı kandırmıştır. İsrail büyükelçisi altı saatlik görüşmede “belki direkt olarak söylenmedi ama Gazze’ye yapılacak saldırı ima edildi” dedi. Zaten hiçbir diplomatik görüşmede hemen hiçbir şey direkt söylenmez, diplomatik dille ifade edilir. Bunu başbakanımız bilmiyor ve bilmediğini de övünerek söylüyor.

Evlenme vaadiyle genç kızları kandırdıkları gibi başbakanımızı da kandırdıklarını varsayalım, Filistin, Gazze hatta Hamas kelimeleri bile toplantıda anılmadı diyelim, esip gürledikten sonra neden
arabuluculuk yapmaya çalıştı ve bu arada kendini neden rezil etti?… Tekrar kandırılmak için mi?
Bu arada İngilizcesiz başbakanımızın aynı zamanda Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanı olduğunu da hatırlatmak istiyorum. Bu adam kesin BOP’u İngilizce anlattıkları için anlayamamıştır yada eğer tercüme edilmişse yine yanlış çevrilmiştir…. Biliyorsunuz, bu proje gereğince Irak’ta bir milyon (rakamla 1.000.000) insan öldürüldü. Gazze’de bin kişinin ölmesine bu kadar sinirlenen bir adam neden bir milyon kişinin öldürülmesine ses çıkarmadı? Sanırım tek sorunu yabancı dil ile değil, matematikle de ciddi sorunları var.

Keşke sadece cahil olsaydı, sineye çekerdik… Bizimki üstüne üstlük bir de kabadayı. Perez’e artislik yapmadan çok önce Naziler tarafından katledilen Türkler için Almanya’ya gittiğinde Şansölye Merkel’a da fırça atıp gelmişti. Önce Almanlar sonra İsrailliler şok oldular ama biz şok olmuyoruz, burası Türkiye diyoruz…

Sonuç: Başımıza ne geldiyse, cahillikten geldi (Dedemin sözü)…

demaniz@gmx.net

Rahmetliyi Nasıl Bilirdiniz?

Derya Baykal’ı bilirsiniz, hani şu incik boncuklarla televizyonda garip şeyler yapan kadın. Bu kadının son reklam filmi gerçekten tüyler ürpertici. Tamamen doğal süt ile çocuğunu beslemeye çalışan kadının cahilliğinden kaynaklı salaklığını bize çok hoş bir şekilde teşhir ediyor (Solun baş belası Deniz Baykal ile akrabalığı olsa gerek)… Ve biz de hep birlikte misafirliğe giderken (her nedense!) yanına aldığı yakışıklı uzmanın da gazına gelip kapitalizmin yarattığı müthiş teknolojiden bihaber olan saf kadına lanetler yağdırıyoruz.

Reklamda verilmek istenen mesaj aslında şu; doğal (organik) süt zararlıdır. Neden? Sütü ısıttığımızda proteinleri öldürüyormuşuz…
Sonuç: “Mehmed Emmiden süt almayın, bizden alın, parayı bize verin, para bize lazım….” Biz modern tesislerimizde acayip bi teknolojiyle sütü üretiyoruz.

Sonra meydana az buçuk tarafsız kapitalizm yorumları ile tanıdığımız ekonomistimiz Güngör Uras çıkıyor ve durduk yerde gıda kodeksi hakkında çıkartılan yeni yasal düzenlemelerin arkasında bir hinlik olabileceğinden hareketle araştırmaya başlıyor. Zira biliyor, her yeni yasal düzenleme birilerine bir şeyler peş keş çekiliyor. Ama bu defa durum biraz farklı oluyor ve sonuçta sadece müthiş teknoloji ile üretilen yoğurdun kalitesinin düşürüldüğünü fark ediyor. “Evde yoğurdu kendiniz yapın” diye bir de tavsiyede bulunuyor.

Ve kafamız karışıyor…

Aklımıza daha geçen aylarda süte katılan kimyasal maddeler yüzünden Çin’de ölen bebekler geliyor. Ama müthiş teknolojimizin üstünlüğünden zerre şüphe duymuyor ve Çinli annelerinin saflığına veriyoruz.

Manava gidiyoruz, bilimin müthiş keşfi olan kimyasal maddelerle (hormon) zemheri aylarında bile üretilen domateslerin ucuz fiyatını görüp gurur duyuyoruz. Alıyoruz ve evde misafirliğe gelen konuklarımıza menemen yapıp sunuyoruz. Konuğumuz “bunun içindeki domates mi? diye sorduğunda da tadından veya sağlığa zararından zerre kıl kapmıyoruz.

Açıyoruz gazetemizin sağlık ve beslenme sayfasını ve sağlıklı olmak için kullandığımız sıvı sabunun sağlığa zararlı olduğunu öğreniyoruz. Yılmıyoruz, diğer sayfada deterjan kutularının üzerindeki “dikkat yakıcıdır”a ait olan ve sağlığa ne kadar zararlı olduğunu detaylı anlatan yazıyı çocuklardan uzak tutulacağını unutmadan es geçiyoruz.

Fabrikalarda üretilen hemen hemen bütün gıda maddelerinde koruyucu madde olduğunu, bu yoksa bile içinde tatlandırıcı, bu da yoksa nihayetinde renklendirici maddeler olduğunu görüyoruz ve bunlardan birçoğunun kanserojen madde içerdiğini okuyoruz ama idrak edemiyoruz. İçimizden “Hepsi yalan bunların, hiç bir şey yiyip içmeyelim mi, açlıktan mı ölelim” diyoruz, “at-ölüm-arpa” atasözünü hatırlayıp, gevşiyoruz.

Türk medyası zaten yalan dışında bir şey yazmıyor diye kendimizi İngiliz gazetelerine veriyoruz ama yine aynı sonuçla yüz yüze geliyoruz. Olgun İngilizlerin çok büyük bir bölümünün kullandığı ileri teknoloji ürünü vitamin ve anti-depresan ilaçlarının hiçbir yararı olmadığını görüyoruz ama sonuçta ilaç sektörünün neden bu kadar devleştiği konusunda akıl yürütebiliyoruz.

Aşırı bir solcu olarak ben bile artık kapitalizmi seviyorum, ölüm döşeğindeki nefessiz kalan kapitalizme “acıyorum” da ondan. Yazık… “Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” sorusuna nasıl cevap vereceğimi düşünüyorum şimdi.

demaniz@gmx.net

Özdemir İnce Sözün Bittiği Yerde

Türk medyasında köşeleri karayanları bilirsiniz, her an patlamaya hazır salça etkili “bilgi” bombalarıdırlar. Misal gündem güneş önünde oluşan hidrojen bulutları dolayısıyla dünyadaki iklim değişiklikleri mi? hemen olayı şip şak diye aydınlatıp karalayıverirler; Rus ya da Amerikan, bilemedin İran uyduları yüzünden olduğuna bizi ikna ederler (Gazete sahibinin uydu ile ilgili herhangi bir yatırımı varsa, konuyu çılgın bir şekilde deşerler). Ya da ne bileyim, evrimsel psikoloji gündem olsun (hoş, sizi de kendimi de kandırıyorum, böyle mevzular bu ülkede gündem olmaz- inşallah demeyi de ihmal etmeyeyim-). Darwin’nin ne kadar inançlı biri olduğundan girip, hayatta kalma içgüdüsünün intihar edenler nedeniyle çürümüş bir teori olduğunu ispatlarlar. Velâkin her gün yazarlar, ama sadece yazarlar…

Böyle de yazsalar, yine de yazma kabızlığına uğrarlar, o zaman en iyi çözüm okur mektuplarına sarılmaktır, kafa patlatmaya ne hacet ! İki laf ekleyip “çok yakın dostum” ya da “sevgili dostumdan aldığım mektubu sizinle paylaşmak…” diye başlayıp belki de yüzünü bile anımsayamadıkları birinin yazısıyla o günü kurtarırlar…

Misal; Özdemir İnce, Hürriyet, 25.03.2009, Bir dostun Doğu Anadolu’yla ilgili seçim gözlemleri…
Fazla uzatmadan bakalım hangi gerçeklerden şimdiye kadar bihabermişiz!

Bir dostun Doğu Anadolu’yla ilgili seçim gözlemleri

DOĞU ve Güneydoğu’yu çok iyi tanıyan, TRT kökenli, tamı tamına 40 yıllık bir dosttan bir mesaj aldım. Birlikte okuyalım:
“Bugün Doğubayazıt’ta idim. (6 Mart 2009 tarihli) köşe yazını Manolya Pastanesi’nde okudum. O arada DTP’nin sarı kırmızı boyalı seçim otobüsü davullu zurnalı folklor müziği çalarak sokaklarda dolaşıyordu. 20 yıl önce de bu coğrafyada 2 yıl görev gördüm. Görevin vesilesi ile Van-Doğubayazıt ve Yüksekova ile çok sıkı temasım oldu. Öte yandan, 1993-94 yıllarında da Doğubayazıt ve Iğdır ile yakın temasım oldu. Resmi ve özel sıfatla yöre halkıyla ilişkiler kurdum. Kısacası bu coğrafyada part time olarak bile olsa 7 yıl yaşadım ve halen yaşıyorum. Sana yerel seçimlerle ilgili gözlemlerimi yansıtmak istiyorum:”


Tanımadığımız dostların yazdıklarına öncelikle inanmamız için o dostun cebinde en az on kitapla ve son volume kadar açılmış kulaklar ve şahin gözlere sahip biri olduğu aktarılır. TRT kökenli oluşu en eskilerden (muhtemelen Uğur Dündar’ın zamanından) kalan bir duayendir o. Bilgedir de, atar tutar diye 40 yıllık dostluğu ekleyivermiş. İnsan bu kadar yıllık dostuna en içten, önyargısız düşüncelerini yazar değil mi? Tamamdır, çok doğru bilgileri okumak üzereyiz…

İlk paragraf size de komik geldi değil mi? 40 yıllık dostunuz size mesaj gönderiyor ve ilk yaptığı şey “bölgeyi nasıl yakından tanıdığını ispat etmek oluyor”. Tarz da bir rapor havasında yazılmış. Demek ki 40 yıllık yakın dostla şimdiye kadar nerede görev yaptığı üzerine hiç konuşulmamış! Dostluklarının yakınlığından kıl kapıyoruz…

Sonra bölgeyi yakından tanıyan dostun 20 yıl önce (1989 yılında! Çatışmalar daha başlamamış) iki yıl görev yaptığını öğreniyoruz. Sonrakiler ise “yakın ve çok sıkı temas” dediği ve anlaşılamayan, muğlâk şeyler oluyor. Sonuç olarak (komik ama gerçek) part time 7 yıl yaşamış olduğunu iddia ediyor. Biz yine de iki yıllık görev süresinde tüm bölgeyi avucunun içi gibi bildiğini, yöre halkının tuvaletteyken bile neler düşündüğünü bilen biri olduğuna inanıyoruz.


Bütünüyle Doğu Anadolu’ya baktığımızda, 29 Mart yerel seçimleri için belirlenen Belediye ve Özel İdare il genel meclis üyelerinin birçoğunun bu görevin ehli olmadıklarını, mahalli halkın yararını düşünmediklerini, sadece bağlı oldukları iktidar veya siyasi partinin militanı gibi hareket ettiklerini görüyorum.


Part time görev yaptığı yerleri hatırlayınız; Doğubayazıt ve Van-Hakkâri-Yüksekova. Toplam; İki il ve iki ilçe. Ama “bütünüyle Doğu Anadolu’ya baktığımızda” diye bir cümleyi kasıla kasıla kullanabiliyor. “Özel İdare il genel meclis üyelerinin” bu işi part time yaptıklarını ve asıl mesleklerinin parti militanlığı olduğunu öğreniyoruz. Bu cümleden dağa erzak taşırken ya da ortalığa mayın döşerken yakalandıklarını tahmin edebiliyoruz.


Kuşkusuz yerel seçimlere aday gösterme son derecede önemlidir. Özellikle belediye meclislerine aday gösterilirken, mutlaka en iyisi bulunmalıdır.

Mahalli sorunları iyi bilen ve mahalli halktan yana olan insanlara bu gibi görevler verilmelidir ki, halkın kendi kendini yönetmesinden söz edilebilsin ve halka demokrasi geleneği yerleşsin. Batı’da, örneğin Fransa, İngiltere, Almanya, İsveç ve Hollanda’da birçok politikacı yerel meclislerden yetişir. Öte yandan adayların kalitesi aynı zamanda seçim sonuçlarını da önemli oranda etkilemektedir.


Dikkat ettiyseniz, “cahil cühela Kürtlere” demokrasi dersi verilirken nedense yerleşmiş demokrasisi ile Türkiye’nin batı kesimleri değil de, Avrupa ülkeleri örnek gösteriliyor. Adam haklı, aynı şey Kayseri’de de var, Çankaya’da da…


Ancak Doğubeyazıt’ta ve Van-Hakkari-Yüksekova üçgeninde işin esası hiç de böyle değildir. Örneğin Doğubeyazıt’ta çöp sorunu var, kanalizasyon sorunu var, su sorunu var, hava kirliliği sorunu var. Hal böyle iken bu yıl 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimler öncesi adayların hiçbirisi yapacağı hizmetten, bu sorunlar için ürettiği projelerden söz etmiyor. Adaylar Türkiye’deki olaylar ve sorunlar üzerinden siyaset yapıyorlar. Dolayısıyla seçmen kimi ya da hangi partiyi seçeceğine bu şekilde karar vermek durumunda. —

Evet, öğreniyoruz ki, Kürtler sadece demokrasiden “d”sinden değil, üstüne üstlük belediyeciliği “b”sini bilmiyorlar. Tek bildikleri yalancılığın “y”si. Ortalığı bok götürüyor, hava yok, su yok, kalkmışlar utanmadan siyaset yapıyorlar, daha doğrusu siyaset yaptığını sanıyorlar.
Asıl benim takıldığım yer, adayların hizmet ve projelerden söz etmemesi. Ben daha çocukken bu adam orada iki yıl görev yaptı diye bölgeyi iyi bildiğine laf etmedik, lakin bu adamın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan biri olduğuna kesinlikle inanmam. Kendimden o kadar eminim ki, size bunu hemen ispatlayabilirim. Açın bir haber programını ve yaklaşık on dakika bekleyin, kesinlikle yorumculardan biri bu seçimlerin genel seçim havasında olduğundan, Erdoğan ve Baykal’ın yerel hizmetlerden hiç söz etmediklerinden, Kılıçdaroğlu’nun bile Mitingde konuşturulmadığından kesinlikle bahsedeceklerdir. 15 yaşında birinin bildiği bir şeyi bizim dost bilmiyor. Ya da mevzu Kürtler olunca atış serbest oluyor.


DTP hakkında Anayasa Mahkemesi’nde açılmış bir kapatma davası vardır. Ağrı-Yüksekova-Hakkari ve Iğdır’daki Kürt vatandaşlar açısından, sırf bu kapatma davası sebebiyle, DTP kimi aday gösterirse göstersin bu mağduriyeti için çok oy alacaktır. Çünkü DTP kendisine karşı haksızlık yapıldığını dile getirmektedir. Keza hükümetin basınla tartışmaya girmesi ve yandaş olmayan basına vergi vs. gibi baskılar uygulaması, iki yıldan bu yana önemli bir sivil açılımın olmaması ve Avrupa Birliği reformlarının rafa kaldırılması da, yine DTP’ye yaramaktadır.”


“Madem bu adamlar “b”den anlamıyorlar, o zaman neden oy alıyorlar” sorusunun cevabını bize sunuyor sevgili dostumuz. Gariban muhabbeti yapıyorlarmış da ondan. Biraz önce izlediğiniz o haber programını birkaç dakika daha izlediyseniz, yorumculardan biri AKP’nin bu seçimlerde mağdur rolü oynayamadığından mutlaka bahsedecektir. Ama konu Kürtler olduğu için halkımızın temiz duygularını sömürenler bu defa DTP’liler oluyor. AKP verdiği hiçbir sözü tutmadığından yada devletin Kürtlere siyasi temsil hakkını çok gördüğünden bahsetmek yerine, her nedense mağdurmuş gibi davrandıklarını söylüyor.


Arkadaşımın yazdıklarıyla benim bu konuda yazdıklarım kesinlikle çelişmiyor. AKP’nin şaibeli seçim yatırımları konusunda yaptığı gözlemler de benim yazdıklarımı yalanlamıyor.

Sonuç: CHP ile MHP’nin ve öteki partilerin bu bölgede herhangi bir ağırlığının bulunmaması onların ayıbı değil. Bir ayıp varsa, onu, bölge halkının zayıf vatandaşlık ve yurttaşlık bilinci ile tarikat, cemaat ve etnikçilik hastalığı yaratmıştır. Bulaşıcı ve insanın ilkellik dönemine özgü bir hastalıktır!


İşte en şaşalı yere geldik. Emin olun, sadece üç beş cümle yetmez, bu son bölümü açıklamaya, hatta ne kitaplar, ne kitap dizileri, ne de üniversitede bu konuda kurulacak bir kürsü. Kısacası sözün bittiği yer işte burası.
MHP gibi devletin paramiliter faşist gücü, 80 yıl boyunca varlığını inkâr ettiği bir halktan oy alamamasının nedeni, o halkın “etnikçilik hastalığıymış“. “Şu lanet Kürtler işte böyle iğrenç bir halktır“. Kendisine her gün küfreden insanlara oy vermiyor. Ne kadar garip değil mi? Aynı zamanda ağlamakla gülmek arası bir yer burası.

Ve CHP… Devletin, resmi ideolojinin partisi. MHP’den fazlası var, eksiği yok. Söylenecek laf da yok.

Eğer sen devletsen vatandaşını eğitmek de senin görevin, korumak da. Eğer bir sorun varsa önce silahı copları kafalarda patlatacağına, halka bir sor; derdin nedir senin?
Sonra eğer vicdanın varsa biraz düşün, aynaya bakamayacaksın bir daha…

demaniz@gmx.net

Asi Dizisi ve Aleni Servet Düşmanlığı

Aşağıda okuyacağınız eleştiriler eski Türk filmlerinin eleğinden süzülüyor belki de. Eski zaman filmlerinde zengin olup da iyi olan tek karakter tonton amca Hulusi Kentmen idi. Gerisi süzme çıkarcı, üçkağıtçı, zalim, acımasız, paracı ve de çirkindi… Biz ise Şarkın insanlarıydık. Fakir ama onurlu karakterin çirkin olan zengine tokat gibi çaktığı insanlık derslerini haykırdığında, yüreğimizde saklı olan “Doğu Mazoşizminin” tazyiki ile gözlerimizden yaşlar fışkırırdı. Fakir kelimesi Onur/Gurur ile ayrılmaz bir sıfat tamlaması oluştururdu o zamanlar. Biri olmadan diğeri anlamsızdı. Eski zamanlardı onlar işte; kariyer kelimesi hakaret zannedilirdi, çocuklar anne sevgisiyle büyürdü, domatesler ise hormon olmadan…

Özal bize serbest piyasanın gerçek (vahşi) versiyonunu hediye ettiğinde, yanında çok amaçlı/kullanımlı rekabet, bol narsisizmli bireysellik, doymak bilmez tüketim manyaklığı vs. de eşantiyon olarak verilmişti. Zaten ne olduysa ondan sonra oldu. Sosyal Darwinistlerin de katkısıyla “İnsan”-lıktan çıkıp”Tüketici”-liğe evrilmiştik, tabii ki ahlak anlayışımız ve hayallerimizle birlikte… Mesela eskiden Yılmaz Güney‘in etkisiyle Türk sineması tarihinde yer eden gerçekçi filmlerindeki gibi köylüler hakları, toprak reformu için savaşmıyorlardı artık. Onun yerine “Sıla” dizisinde olduğu gibi batının rasyonel kafasına sahip olan modern ağalar bizzat kendileri halka özel mülkiyetlerini armağan ediyorlardı! Buna benzer şeyleri görmeye alışınca “böyle şeyler sadece filmlerde olur” demeye başladık…

ASİ DİZİSİ
Önce bir itirafla başlayayım… Asi dizisini izlemeye başlamamın nedeni, ne kapitalizmin üst yapıya nasıl şekil verdiğini görmek, ne de bunun popüler kültüre yansımaları tetkik etme isteğiydi… Asi’nin müptelası olmamın gerçek sebebi, ilk defa başrol oyuncusu Asi’yi gördüğümde, ağzımdan dökülen “aman Allahım bu yaratık gerçek mi?” şaşkınlığı oldu. On dakika kadar sonra kendime geldiğimde, tanrının yeniden erkeklere tek gerçek hediye olarak güzel kadınları yarattığına kani oldum.

Bu dizi Asi adını dünyanın en geçerli bilimsel teorisi olan yerçekimine inat edip, Antakya civarında tersine akan nehirden alıyor. Zaten Asi dizisinin jeneriğinde herkesin tersine/geriye doğru hareket etmesinden bu nehrin diziye olan etkisini hissedebiliyorsunuz. Asilik bu dizinin bünyesinde epey bir yer etmiş görünüyor.
Sadece ölü balıklar akıntıyla aynı yönde yüzerler(*) atasözünde olduğu gibi, yaşayan her canlıda asilik saklıdır. Zaten Anarşizmin en büyük teorisyenlerinden biri olamasa da, en iyi eylemci adamı olan Bakunin insanın bu özelliğine özel bir vurgu yapar; İnsan, Âdem ve Havva’dan itibaren başkaldırır… Bu yüzden insanlık tarihi aynı zamanda isyanlar ve devrimler tarihidir.

“İnat ve başkaldırıyı” bırakıp, asıl mevzuumuz olan “aşk ve gurur”u ise sonraya saklayarak, önce dizinin jönünden başlayalım. Adı Demir ama kendisi iki de bir gurur yapsa da ne çok sert ne de katı, tersine dünyalar iyisi bir insan. Asıl çelişkisi ismi ile kişiliği arasında değil, mesleği ile kişiliği arasında. “Zengin ama iyi”… Bu çelişki sadece Asi dizisine ait değil, görebildiğim kadarıyla hemen her dizide çok zengin olup da, aynı zamanda çok iyi olan karakterler var. “Aaa bunda ne var” demeyin, zengin ama iyi olunamayacağını ben değil, çoğu insana göre Kapitalizmin babası sayılan Adam Smith söylüyor. Bir kapitalistin ilk hedefi Akdeniz değil, kâr maksimizasyonudur. Yani para manyaklığı… Zaten Demir’in zenginliği gayet gerçekçi bir şekilde rahmetli eniştesinin tefeciliğinden geliyor.

Zengin olan daha fazla kâr elde etmek için önündeki tüm engelleri kaldırması gerekir. Ve o engellerden önde geleni ise maalesef ahlaktır. Eski Türk filmlerinde olduğu gibi zengin olan gerçekte acımasızdır, tüm konsantrasyonunu işine verdiğinden hayatın geri kalanıyla arası bozuktur ve bu yüzden biraz insanlıktan sıyrılmıştır. Acımanın kendisine çok para kaybettirdiğini gördükten sonra kafasını duvarlara vurup kişilik değiştirendir. Aynı zamanda fırsatçıdır, gördüğü yerde tereddüt etmeden üzerine atlayandır. Ve nihayetinde rasyoneldir, yani akılcı. Rasyonel olması ise duyguların (âşkın) ve içgüdülerin şiddetli bir şekilde bastırıp kontrol altına aldığı anlamına geliyor.

Burada vurgulanması gereken şey; rasyonel kişinin âşık olma ihtimali hayli düşük olmasıdır. Zira bana göre aşk; esas büyüsünü mantığa karşı verdiği savaşta, duyguların denetimini ele geçirip bilince hükmetmesinden alır. Aşk mantığa karşıdır. Hatta sadece karşı da değil, bizzat onun en büyük düşmanıdır…
Rasyonel/zengin kişinin âşık olma ihtimalini azaltan diğer bir faktör ise aşkın nedenidir. İnsan neden âşık olur’un üç nedeninden birisi; sığınma ya da başka bir deyişle güvenlik ihtiyacıdır. Zengin olan genelde narsisizmin tepelerinde dolandığından pek de sığınma ihtiyacı hissetmeyendir. Hatta ona sorsanız size sığınmanın basitlik/korkaklıktan olduğunu söyler. O kendisini güvende hissetmek için rasyonelliğinden yararlanır; işine şansa bırakmaz hemen sigorta yaptırır, en az kendisi kadar hırçın ve tutkulu bir ekip kurar vs.

Sonuçta kapitalizmin yarattığı fırsatları! değerlendiren ve böylece açlıktan burjuvalığa geçiş yapan jönümüz ve ailesini karşı diğer bir anarşist teorisyen olan Proudhon şöyle der; Mülkiyet hırsızlıktır. Şimdi Smith ve Proudhon’nun yalan söylediğini varsayalım. Demir ve kuzeni Kerim zengin ama aynı zamanda iyi insanlardır, ne de olsa Asi dizisi sonuçta bir kurgu. Ama gerçek hayatta böyle kişilikler (iyi insanlar) holdinglerini en fazla üç ay bitmeden (saflıklarından dolayı) batıracaklardır…

Gelelim en şatafatlı bölüme; Gurur ve aşk dilemmasına…

Gurur genelde sıcakkanlı (İtalyan, Kürd, Türk, İran vs) toplumlara özgüdür, ki bunlar da genelde feodal ya da tarım toplumlarıdır. Sanırım gurur toplumsal değerlerin dışına çıkmayı engelleme görevi görüyordu. Ayrıca gururu kaybetme korkusu (saygıyı yitirme) bir çatışma veya anlaşmazlık durumunda kaçınmayı ya da saklamayı gerektiriyordu.
Ama Kapitalizmin yasaları ahlak gibi gurura da kırar (zira Weber’in izahıyla şiddet tekeli artık sadece devlettedir ve intikamı/adaleti devletin yasaları yerine getirir). Demir’in dizide Arap olması gururlu olması için bir gereklilik olsa da, zengin biri olarak eğer kapitalizmi içine sindirmişse, bunun anlamı gururdan da kısmi anlamda feragat etmiş olması demektir.
Ama biz yine bunun da koca bir yalan olduğunu ve çocukluğunu fakirlik içerisinde geçirmesinden dolayı gururunu parasına karşın koruyabildiğini varsayalım. Bu durumda da karşımıza aşk-gurur çatışması çıkar.

Şöyle ki; Aşk içseldir ve sonradan toplum tarafından öğretilmez. Gurur ise tersine içgüdüsel değil, tıpkı rasyonel akıl gibi toplum tarafından verilmiştir, yani dışsaldır, öğretilmiştir.
Sevgi safhasından aşk safhasına geçildiğinde, aşk duygular imparatoru olarak çoktan aklı yenerek bilinci ele geçirmiştir. Yani âşık olunduğunda akıl ya da rasyonel düşünce devre dışı kalmıştır. Aşk durumunda verilen kararlar ve akla gelenlerin mantık ile hiçbir ilgi ve alakası yoktur. Buradan şu sonuca ulaşıyoruz; aşk ve gurur karşı saflarda yer tutar ve birbiriyle mücadele ederler…

Sadece zengin olan değil, aynı zamanda gururlu olanın da tüm bu nedenlerden dolayı âşık olması son derece zordur. Demir ise bunların ikisine birden sahip, bir yanda paralı diğer yandan gururlu. Ama yine de âşık olabiliyor ve daha da ileri giderek bu aşkı sürdürebiliyor.

Siz şöyle düşünebilirsiniz; aşk ölüme bile meydan okuyabiliyor, paraya veya gurura mı yenilecek? Elbette değil. Ama Demir gibi birinin aşkı guruna karşı sürdürmesi imkânsızdır. Bu son cümleyi okuduğum şeylere dayanarak değil, bizzat gerçek hayatta yaşadıklarımdan yola çıkarak söylüyorum. Aşırı gururlu bir arkadaşın (Heval’in) Tuba adındaki kıza olan aşkına bizzat şahitlik yapmış ve aşkla gururun birlikte yürümeyeceğine kendi gözlerimle görümüştüm.

Unuttuğumuz şey; ölüme meydan okuyan tek şey aşk değildir, bunu gurur da yapabilir…
Ve gurur da aşk kadar güçlüdür….

Ve gelelim dizinin başrol oyuncusu Asiye’ye, yani Tuba Büyüküstün’e, daha doğrusu dünyanın en güzel yaratığına… Ona ne laf söylerim, ne de söyletirim… Onun hakkında sadece şairler bir şeyler söyleyebilir ama sadece güzelliğine methiyeler düzmek şartıyla…

(*) Nur tote Fische schwimmen mit dem Strom

demaniz@gmx.net

Aşıklardan Obama Geyiği

— Aşkıııım, İrfan, Obama’nın yemin töreni başladı mı?

—çoktan başladı bir tanem, aslında soluk alıp verirken dikkat ettiysen, çoktan yemin ettiğini anlardın.

— ay ne alakası var?

—hava temizlendi, ortalıkta karbondioksit falan yok.

— benimle yine dalga mı geçmiyorsun sen?

— niye dalga geçeyim güzeller güzeli, adam gelir gelmez, çevre sorunlarına el attı herhalde.

— yok, canım, o kadar da hızlı değildir.

—hızlıdır hızlı. Hem de o kadar hızlıdır ki yarın işe gitmeme bile gerek kalmadı.

— ay ne diyorsun sen, saçmalama, niye gitmiyorsun işe?

— aşkım nasıl olsa ekonomik krizi üç beş güne kalmaz, ortadan kaldırır. Rahat güzel bir iş bulurum. Dur, bari iki gün evde rahat edeyim.

— nerden biliyorsun adam hemen ekonomik krizle uğraşacak, önce Guantanamo’yu kaldıracakmış.

—Guantanamo dediğin bir hapishane, hemen kaldırın der, kaldırırlar ortadan. Zaten Küba’da, iki bomba salladın mı uçaklardan oldu bitti. ABD başkanı eline balyozu alıp teker teker duvarları yıkacak değil herhalde.

— ay öyle de, ne bileyim ben, yapar eder bu adam ama galiba ekonomik krizi o kadar hızlı ortadan kaldıramaz.

— yapar yapar. Aklıma ne geldi biliyor musun? İş aramaktan da vazgeçtim. Kendi işimi kurayım anasını satıyim.

— hayda, sen gerçekten benimle dalga geçiyorsun.

— yoo, ben çok ciddiyim. Uluslar arası ticaret yapacam. Bakma bana öyle. Bak anlatayım da dinle; şimdi İran’la barışmayacak mı bu adam. O zaman İran’dan ambargo kalkacak. Kimse uyanmadan gidip en ucuzundan halı almak lazım, gemileri yükliyecem, New York limanına boşaltırım hepsini.

— Kafan hiç çalışmıyor. Bir de benle o kadar dalga geçiyordun.

— niye ki ne?

—bence İran’dan halı alacağına Irak’tan hurma al. Zaten çekecek askerleri Irak’tan. Biliyorsun gıda sektörü her zaman daha sağlam.

— iyi de gülüm canım peteğim, Amerika’da kim hurmayı ne bilsin, ne yapsın? Amerikalıları hurmaya alıştırana kadar Bush’un diğer oğlu başkan olur. Irak’ı da kesin tekrar bombalarlar, hurmalar elimizde patlar.

— ay hem Obama her şeyi başaracak diyosun, hem de gelecek dönem Bush’un oğlu kazanacak diyosun. Vallaha bence büyük kızı başkan olacak yaşa gelene kadar Obama başkan kalır.
— tamam, haklısın da, ben bu cumhuriyetçilere hiç güvenmiyorum. Al Gore’ alevere dalevere ile nasıl kumpasa getirdiklerini biliyorsun. Kennedy’i de azraille nasıl tanıştırdıklarını hatırlıyorsun. Unutma; iyi adamlar fazla yaşamaz.

— ay saçmalıyorsun yine, Bush’tan kim ne kötülük gördü ki, onun partisinden de görsün. Ben cumhuriyetçilerden korkmuyorum. Korktuğum şey çok başka bi şey.

— neden korkuyorsun sevgulüm?

— uzaylılardan

— ne? … vallaha haklısın. Bak bu benim aklıma hiç gelmedi. Yanında ben varım güzelim, herkesi ham etseler de sana ellerini süremezler, onların ışın kılıçlarını alırım, onların ta… neyse hadi gidip yatalım, yarın iş bizi bekliyor.

— sen sabahtan beri benimle dalga mı geçtin yine?

— yok aşkısı yok, hadi yatağa hadi. Obama’nın balonu yakında patlar, patlama sesinden herkes şok olacak zaten, sen hazırlıklı dur bari…. Vay be, Amerikan topluma bu kadar battı mı ki, kendilerine bir Afrikalıdan kurtarıcı yarattılar… ulan gerçekten kapitalizm sorun üretmiyor, bizzat kendisi sorun…

demaniz@gmx.net

AKP = Burjuvazi, Burjuvazi ≠ Demokrasi

18. ve 19. yy. da vahşi Kapitalizme karşı, zamanın ruhuna uyup, işçilerin yanında eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren Avrupalı entelektüellerden pek hoşnut değilim. Bol keseden bizi umutlandıracak yalanlar attılar; Kapitalizm kendi kendisini yok edeceğini söylediler, etmedi. Köşede oturup boşu boşuna yok olmasını beklerken, dünyayı çevresel anlamda yok etmenin eşiğine geldi. Okuma-yazma oranı yükseldikçe insanlar bilgilenecek ve Kapitalizmi yok edecek dediler. O da olmadı, dahası, işyerleri tapınak gibi algılanmaya başlanıldı. Onlarca yalanın dışında AKP’nin kanıtladığı ve bize utanmadan söyledikleri bir kuyruklu yalan daha var: Burjuvazi’nin ilerici yönünün, devrimci özelliğinin olduğu ve güçlenmesiyle birlikte aristokrasiye, monarşiye ve feodalizme saldırıp yıktıklarını ve dolayısıyla diyalektik bir gelişmenin yaşandığıdır.
Ama bu sürecin nasıl yaşandığını nedense es geçtiler. Burjuvazi güçlendiğinde sanıldığı gibi hemen aristokratların kıçına tekmeyi vurup kapı önüne koymadı. Aslında Burjuvalar aristokrasiden iğrenmiyorlardı, tam tersine bu elit kesimin en büyük hayranlarıydılar. Onlara benzemek için eminim o dönemde estetik cerrahı bulsalardı, hiç düşünmeden bıçak altına yatarlardı. Paraları, malları, mülkleri, yatları, katları, hizmetçiler hatta metresleri bile vardı ama yine de “batsın bu dünya” diyorlardı, zira hem devletin hem toplumun gözünde züppelerden farksızdılar. Ne yaptılarsa devlet yönetiminde ve toplumda hak ettiklerine inandıkları saygınlığa, güce erişmek için yaptılar. Verdikleri mücadele hiç de devrimci özellikler taşımıyordu. Ve o muhteşem güce eriştiklerinde karşı-devrimci olmak, bir kedi gibi monarşik devletin kanatlarının altına saklanmak için bir dakika bile düşünmediler.
Batılılara daha fazla laf etmeden, iğneyi bırakıp çuvaldızı elimize alalım ve 1980 senesinden itibaren TC sınırları içinde olanlara bir bakalım;
Türk aristokratları Ankara’daki tüm hâkim tepeleri tutmuşlar ve en iyi tertibatla, ağır silahlarla konuçlanmışlardı. Yargıtay’ından, Danıştay’ına, Ordusundan YÖK’üne, Anayasa Mahkemesinden Talim Terbiye Kuruluna, Cumhurbaşkanlığından Tüsiad’ına kadar devlete ve topluma hükmedecek, yönlendirecek tüm kurum ve kuruluşlara.
Laik devlet, laiklikte ısrarlıydı ama İslam’la da pek bir sorun yaşamamıştı. Hoş, laik olmadığını şempanzeler bile biliyordu. Aristokratlar “işimize taş koymayın, bize karışmayın” diyordu ve susuyordu. Türk-İslam sentezleri yapılıyordu hatırlarsanız.
Ve Burjuvalarımız… Refah Partisinde “yenilikçi kanat” diye adlandırıldıklarında ayırt edici özellikleri Adil Düzen’den haz etmeyişleriydi. Onlar hayranı oldukları kapitalizmin fotoğraflarını kalplerinin üzerindeki ceplerinde saklıyorlardı. Neyse ki AKP’yi kurdular da saklamayı bıraktılar. Akıllarına koymuşlardı, taşrada gelişen burjuvazinin temsilcileri olacaklardı.
AKP’’nin ateşle imtihanı iktidara gelmesiyle başlamış oldu. Bir süre sonra “öhö öhöö” sesini duyduklarında esas duruşa geçip tekmil vermek istemiyorlardı. Onların suçu günahı neydi? Aristokratlara benzemek, onların yerinde olmak tek istekleriydi. Hâkim tepelerden uyarı ateşi almadan palazlanmak, at koşturmak istiyorlardı. Seslerini çıkardıklarında ise “irticacı” oluyorlardı. Bir yolunu bulup aristokratların ayağını kaydırmak lazımdı, ama nasıl?
Güneş batıdan doğmuştu, Avrupa Birliği müzakerelerini hatırlayıp atladılar işin içine. Çözüm Liberal Demokrasi’de saklıydı. Özgürlük, Demokrasi hikâyeleriyle yasalar değiştirilecek ve AB’ye uyum sağlanacak, hâkim tepelerdeki kurumların yetkileri ellerinden alınacaktı. Kendilerini aralarına almayan aristokratların yasal güçlerini yeni yazacakları Anayasa ile kırpacaklardı.
Özgürlüklerin önünü açmaya çalıştıkları sırada kendi bindikleri dalı kesen Nasrettin Hoca salaklığına düştüklerini fark ettiler. Onlar aristokrasiye değil, aristokratlara karşıydılar. Eğer aristokratların elindeki hâkim tepeleri AB bombalarıyla ortadan kaldırırlarsa, kendilerinin aristokrat olma hayali de suya düşecekti. Akıllarını başlarına topladılar ve Avrupalı dedeleri gibi aristokrasinin önde gelenlerinden ordu ile anlaşıp kanatları altına usulca sığındılar.
Anlaşma 28 Şubat’tan hemen sonra oldu. Çağdaşlığa uygun şekilde internetten muhtıra aldılar ve Dolmabahçe Sarayında aristokratların lideriyle uzlaşma sağladılar. Sivil Anayasayı askıya aldılar, Kürdlere karşı tam şiddet politikasında birleştiler, AB sürecini durdurdular, Milliyetçi söylemi güçlendirdiler.
Seçimlerde akıllarına gelen her taktiği kullanarak %47 oy aldıklarında başladılar hâkim tepeleri ele geçirmeye. Ne de olsa orduyla anlaşmaları halen yürürlükteydi. Hemen hukuk, eğitim ve yönetim cephelerini ardı ardına açıp atağa geçtiler; Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi başkanı, YÖK başkanı derken memlekette başkanlık bırakmadılar. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna müdahale ettiler, Yargıtay’ın yapısını değiştirerek gücünü bölmeye çalıştılar. Ve en son eğitim sisteminin beyni olarak kabul edilen Talim ve Terbiye Kuruluna müdahale ettiler.
Velev ki bu kadar hızlıydılar, türban sorununu da halletmeleri gerekiyordu. Ama aristokrasi sadece ordudan ibaret olmadığını ve hukuk cephesinden halen sağlam mevziler kaldığını göstermeye çalışan öteki aristokratlar, seksen yıllık birikimleriyle Anayasa Mahkemesinin önünde, hınzırca gir gülüşle kapatma dilekçesi ellerinde bekliyorlardı.
Oyunu kazanacaklarını sanırlarken yeniden köşeye sıkışmışlardı, aristokratların piyonları, atları, filleri, kaleleri hamleler yapmış, şah çekmişlerdi. Aristokratların ayağını yeniden kaydırmak gerekiyordu ama lanet olası muz kabuğu neredeydi?
Kısacık ömrüne fethullahçılığı, gazeteciliği, ajanlığı, hahambaşılığı sığdırmış firari bir eşcinselin elindeydi o muz. Sekiz yıl önce polis sorgusunda yediği muzun çürümüş olduğuna bakmadan hemen başına üşüştüler. Dalgalar onuncu sefer sahile vurduğunda kendilerini yeniden bindiği dalı kesmeye çalışan Nasrettin Hoca gibi hissetmeye başladılar. Bir taraftan üzerinde durdukları devlet yıpranmaya başlamış, diğer taraftan işin ucu Fethullaçılara, CIA’e dolayısıyla kendilerine dokunmaya başlamıştı.
Sonuç: Deli tosundan akıllı buzağı olmaz…

demaniz@gmx.net

İsrail Oyun, Gazze Ölüm

Gazze’de, Irak’ta, Afganistan’da annesinin karnındakinden kefen parasını biriktirmişine dek her yaştan insanın teknoloji harikası silahlarla katledildiğini her gördüğümde, medyanın yüksek dozlu haberleriyle uyuşturulmuş tüm insanlara avazı çıktığı kadar bağıran, “Ben bu oyunu bozarım ulan” diyen Tatar Ramazan’lar hayal ediyorum.

Bu oyun çok iğrenç, hem de öyle bir oyun ki bu eğlendirmiyor, tersine vahşet saçıyor. Oyunun kuralları ABD tarafından konuluyor, geri kalanlar ise sürekli ebe oluyor. Onlar bankadaki hesaplarında bol bol sıfırlar eklerken diğerleri kan reva içinde kalıyor.

Son Oyun başlamadan önce…

Sovyetlerin yıkıldığı günlerdi, ortaokuldaydım. Belki o günlerde Uzakdoğu dövüş sporlarının müptelasıydım ama aynı zamanda siyasetten de yavaş yavaş inceden haz almış ve politik gelişmeler ilgimi çekmeye başlamıştı.

Yarım yüzyıldan fazla süren soğuk savaştan, önce nezle olan Sovyetler, sonra zatürye olmuş ve en son hakkın rahmetine kavuşmuştu. Kapitalist batı medeniyeti tüm varlığını Sovyet düşmanlığı üzerine inşa ettiğinden Sovyetlerin yıkılmasına önce naralar atarak sevinmişti, zira o zamana kadar oynanan oyunu onlar kazanmıştı… Ama hemen arkasından tahmin edilemeyen soru işaretlerinden oluşan bir şok hissedilmişti. Mesele şuydu; şimdi ne olacaktı?

Ortalıkta düşman yoktu!

Yaşamaları için en çok üç şeye ihtiyaçları duyuyorlardı: Hava, su ve bir adet düşman. Ortada milyar dolarlarla ifade edilen koca bir silah sanayisi vardı, şimdi hepsi iflas mı edecekti? Ya dünyaya özgürlük getirme ideolojisi ne olacaktı? O olmazsa batı medeniyetinin koca orduları ne halt edecekti? Ve daha da önemlisi nasıl azgeliş-tiril-miş ülkelere karşı “kene”rolü oynayacaklardı? Ne de olsa Totalitarizmin altında ezilen uluslar şimdi özgür sayılırdı. Diktatörlerin yönettiği ufak tefek ülkeler vardı ama onları zaten kendi imalatlarıydı.

Kendilerini ekonomi yerine Fukuyama’nın da desteğiyle kültür ile tanımlamaya başladıkları anda dinin önemimi fark ettiklerinden olsa gerek, artık yeni oyunun düşmanı da hazırdı: İslam. Herkes bir anda ABD’nin kendine düşman olarak İslam’ı seçtiğini söylemeye başladıklarında aklı başında olanlar bunu absürt, saçma salakça ve hatta aptalca bulmuştu, zira daha El Kaide’nin temelleri atılmamıştı. O zamana kadar birlikte çalıştıkları, irili ufaklı, boş örgütlerden oluşan bir düşman bu yeni oyunda oynayamazdı ve dolayısıyla ebe de olmazdı. Ama oyunun hazırlıklarına başlandı, Başkanları yaptığı açıklamalar ile Müslümanlar tahrik etmeye başlandı, gizli servisleri İslamcı örgütleri el altında destekledi, gazeteleri televizyonları Müslümanlara atıp tutar oldu. Bir anda yeni bir örgüt kurulamayacağı için sadece çatı örgütü olarak El Kaide ismi anılmaya başlandı. Ve en son 11 Eylül’de işi sağlam kazığa bağladılar.

Bush’un üzerine bu yeni elbise terzisinin elinden çıkmış gibi tam oturdu. Hem petrolcü hem dindardı. Bir taraftan haçlı seferleri diyor, diğer yandan Irak’ın petrollerinin rezervlerini duyunca heyecandan titriyordu.

Yeni düşmanla birlikte artık batılılar rahat bir nefes alabilirlerdi: Silah sanayileri tam hızında yeni teknolojik devrimler yapabiliyordu, orduları ülkeler işgal ediyor ve dünya halklarına özgürlük götürmeye devam edebiliyorlardı. Her şey tastamam görünüyordu.

Hamas’ın oyuna alınması…

Aslında El Kaide’yi sonradan kendileri için Müslümanlardan yaratıp oyuna almışlardı ama ondan çok önceleri, 1980li yılların sonlarında küçük Siyonist kardeşin de kendince eğlenmesi için Hamas Filistinli Müslümanlardan yaratmışlardı. Zira emperyalist büyük ağabeyi Sovyetlerin destekledikleri Arap solcuları ve milliyetçilerine karşı savaşmak için Hamas’ın ağabeyi olan Müslüman Kardeşler örgütüyle birlikte oynuyordu. Yani o zamanki Ortadoğu oyununda iki gurup vardı. Birinci grubu Emperyalist ağabeyle arkadaşı Müslüman Kardeşler ve Siyonist küçük kardeşle onun arkadaşı Hamas oluştururken, ikinci grubu Sovyetler ile Arap solcu ve milliyetçileri oluşturuyordu. Yani Müslümanlarla iki kardeş can ciğer arkadaştı, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu.

Hamas o zamanlar kendini hayır işlerine adamıştı, Filistin Kurtuluş Örgütüne karşı olsa da topla tüfekle işi pek olmazdı. Paracıklar ABD destekli Suudilerden geliyordu, onlar da Gazze’de hayır adına ne varsa Okullar, Hastaneler, Camiler vs dikiyorlardı. Böylece Filistinli gençler ellerine solcuların silahlarını almak yerine camiye gidip dua ediyor, hastaneyi aşevlerini görünce kendini İslam’a adıyordu. Keza Filistinli solcu ve milliyetçilerinden bunalıma giren Siyonist kardeşin başı daha az ağrımış oluyordu. O yıllarda Siyonist kardeş radikal İslamcılar ne yaparsa izin veriyor, solcu ve ulusalcıları apar topar cezaevine atıyordu, tabii ki sağ kalırlarsa.

Gel zaman git zaman derken Sovyetler soğuk savaştan kaptığı zatüryeden öldü. Öldü ölmesine de Filistinli solcu ve ulusalcıları hala akıllanmamışlardı, özgürlük eşitlik diye bağırıyorlardı. Bu anda Siyonist kardeşin milletin kafasını koparması için birkaç nedene ihtiyacı vardı. Solcu ve ulusalcılar onlara kafa koparmak için yeterince uygun ortam sunmayınca ve yeni düşman İslam olunca bütün yük Hamas’ın başına yıkıldı. Siyonist kardeş artık eski dosta şöyle diyordu; “Hamas yeni görevin, eğer kabul edersen demiyorum -ki mecbursun buna, artık sadece Filistinlileri bölmek ve pasifleştirmek değil, onları öldürmek için neden olacaksın”.

Ancak küçük bir sorun vardı: Takvim yapraklarında 1993 senesi yazdığında hala halkın sadece % 15’i hak yolunda Hamas’ı destekliyordu, gerisi halen gâvurların peşinden yürüyorlardı. İş bu sebeple Hamas’ın biraz süslenip cilalanması gerekiyordu. Kahraman olmaları için önce 400 kadar şiddete bulaşmamış Hamas taraftarları sürgüne gönderildi. ABD ve İsrail’in BM’de ki çabalarından sonra bunlar kahraman olarak ülkelerine geri döndüler. Sırada F.K.Ö’nün gözden düşürülmesi gerekiyordu, hemen kollar sıvandı ve bu örgütle yapılan Oslo Anlaşmasına sadık kalınmayarak Yahudi yerleşimcileri için yeni yerler açılmaya devam edildi. Hiçbir olumlu adım göremeyen Filistinliler Hamas’a doğru kaymaya başladılar. 2001 yılında saldırılarla Filistin topraklarının alt yapısı ve ekonomisi saldırılarla birlikte kapıların kapanmasıyla da çökertilerek Hamas’ın sosyal hizmetlerine doğru yönlendirildi. Ve Hamas’ın radikal tavrı , canlı bombalar, şehitlerle destanlaştı. Sene 2006 da bölünmüş diğer gruplara karşı Hamas oyların %47’sini alarak başa geçti.

Hamas oyunda ebe olunca…

Eskiden F.K.Ö’ye karşı oynadığı oyunları bu kez Hamas’a karşı oynadı. Emperyalist ağabeyin katkılarıyla AB’den gelen paralar kesildi, kapılar kapatıldı, verdiği sözler antlaşmalar unutuldu ve Filistinliler Siyonistleri değil birbirini öldürmeye başladı, Hamas her ağzını açtığında teröristlikle suçlandı. Hamas’ın radikalleşmesi onlara yaradı, çünkü Filistinlileri öldürmek için artık nedenleri vardı: Terör…

İşte bu yüzden sadece Ortadoğu’dan değil, Latin Amerika’dan, Asya’dan, Afrika’dan binlerce milyonlarca Tatar Ramazan çıkmalı ve elini masaya vurup bağırmalı “Ben bu oyunu bozarım”

demaniz@gmx.net