Sayfalar

Fotoğrafım
İnsanın kendi hakkında ne diyeceğini bilmesi için bu konuda ayrıntılı bilgiye sahibi olması gerekiyor. yani insan önce kendini tanımalı... ve bunun içinde ben kimim sorusunu kendisine sorup yıllarca sürecek bir kovalamacanın içerisine girmesi gerekli. açıkçası ben kendime bu soruyu şöyle adam akıllı maskelerimi çıkarıp, aynanın karşısına geçip soramadım.. Ayrıca bu iş için insana biraz da cesaret lazım... her yiğidin harcı değil anlayacağınız...

19 Kasım 2009 Perşembe

AKP = Burjuvazi, Burjuvazi ≠ Demokrasi

18. ve 19. yy. da vahşi Kapitalizme karşı, zamanın ruhuna uyup, işçilerin yanında eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren Avrupalı entelektüellerden pek hoşnut değilim. Bol keseden bizi umutlandıracak yalanlar attılar; Kapitalizm kendi kendisini yok edeceğini söylediler, etmedi. Köşede oturup boşu boşuna yok olmasını beklerken, dünyayı çevresel anlamda yok etmenin eşiğine geldi. Okuma-yazma oranı yükseldikçe insanlar bilgilenecek ve Kapitalizmi yok edecek dediler. O da olmadı, dahası, işyerleri tapınak gibi algılanmaya başlanıldı. Onlarca yalanın dışında AKP’nin kanıtladığı ve bize utanmadan söyledikleri bir kuyruklu yalan daha var: Burjuvazi’nin ilerici yönünün, devrimci özelliğinin olduğu ve güçlenmesiyle birlikte aristokrasiye, monarşiye ve feodalizme saldırıp yıktıklarını ve dolayısıyla diyalektik bir gelişmenin yaşandığıdır.
Ama bu sürecin nasıl yaşandığını nedense es geçtiler. Burjuvazi güçlendiğinde sanıldığı gibi hemen aristokratların kıçına tekmeyi vurup kapı önüne koymadı. Aslında Burjuvalar aristokrasiden iğrenmiyorlardı, tam tersine bu elit kesimin en büyük hayranlarıydılar. Onlara benzemek için eminim o dönemde estetik cerrahı bulsalardı, hiç düşünmeden bıçak altına yatarlardı. Paraları, malları, mülkleri, yatları, katları, hizmetçiler hatta metresleri bile vardı ama yine de “batsın bu dünya” diyorlardı, zira hem devletin hem toplumun gözünde züppelerden farksızdılar. Ne yaptılarsa devlet yönetiminde ve toplumda hak ettiklerine inandıkları saygınlığa, güce erişmek için yaptılar. Verdikleri mücadele hiç de devrimci özellikler taşımıyordu. Ve o muhteşem güce eriştiklerinde karşı-devrimci olmak, bir kedi gibi monarşik devletin kanatlarının altına saklanmak için bir dakika bile düşünmediler.
Batılılara daha fazla laf etmeden, iğneyi bırakıp çuvaldızı elimize alalım ve 1980 senesinden itibaren TC sınırları içinde olanlara bir bakalım;
Türk aristokratları Ankara’daki tüm hâkim tepeleri tutmuşlar ve en iyi tertibatla, ağır silahlarla konuçlanmışlardı. Yargıtay’ından, Danıştay’ına, Ordusundan YÖK’üne, Anayasa Mahkemesinden Talim Terbiye Kuruluna, Cumhurbaşkanlığından Tüsiad’ına kadar devlete ve topluma hükmedecek, yönlendirecek tüm kurum ve kuruluşlara.
Laik devlet, laiklikte ısrarlıydı ama İslam’la da pek bir sorun yaşamamıştı. Hoş, laik olmadığını şempanzeler bile biliyordu. Aristokratlar “işimize taş koymayın, bize karışmayın” diyordu ve susuyordu. Türk-İslam sentezleri yapılıyordu hatırlarsanız.
Ve Burjuvalarımız… Refah Partisinde “yenilikçi kanat” diye adlandırıldıklarında ayırt edici özellikleri Adil Düzen’den haz etmeyişleriydi. Onlar hayranı oldukları kapitalizmin fotoğraflarını kalplerinin üzerindeki ceplerinde saklıyorlardı. Neyse ki AKP’yi kurdular da saklamayı bıraktılar. Akıllarına koymuşlardı, taşrada gelişen burjuvazinin temsilcileri olacaklardı.
AKP’’nin ateşle imtihanı iktidara gelmesiyle başlamış oldu. Bir süre sonra “öhö öhöö” sesini duyduklarında esas duruşa geçip tekmil vermek istemiyorlardı. Onların suçu günahı neydi? Aristokratlara benzemek, onların yerinde olmak tek istekleriydi. Hâkim tepelerden uyarı ateşi almadan palazlanmak, at koşturmak istiyorlardı. Seslerini çıkardıklarında ise “irticacı” oluyorlardı. Bir yolunu bulup aristokratların ayağını kaydırmak lazımdı, ama nasıl?
Güneş batıdan doğmuştu, Avrupa Birliği müzakerelerini hatırlayıp atladılar işin içine. Çözüm Liberal Demokrasi’de saklıydı. Özgürlük, Demokrasi hikâyeleriyle yasalar değiştirilecek ve AB’ye uyum sağlanacak, hâkim tepelerdeki kurumların yetkileri ellerinden alınacaktı. Kendilerini aralarına almayan aristokratların yasal güçlerini yeni yazacakları Anayasa ile kırpacaklardı.
Özgürlüklerin önünü açmaya çalıştıkları sırada kendi bindikleri dalı kesen Nasrettin Hoca salaklığına düştüklerini fark ettiler. Onlar aristokrasiye değil, aristokratlara karşıydılar. Eğer aristokratların elindeki hâkim tepeleri AB bombalarıyla ortadan kaldırırlarsa, kendilerinin aristokrat olma hayali de suya düşecekti. Akıllarını başlarına topladılar ve Avrupalı dedeleri gibi aristokrasinin önde gelenlerinden ordu ile anlaşıp kanatları altına usulca sığındılar.
Anlaşma 28 Şubat’tan hemen sonra oldu. Çağdaşlığa uygun şekilde internetten muhtıra aldılar ve Dolmabahçe Sarayında aristokratların lideriyle uzlaşma sağladılar. Sivil Anayasayı askıya aldılar, Kürdlere karşı tam şiddet politikasında birleştiler, AB sürecini durdurdular, Milliyetçi söylemi güçlendirdiler.
Seçimlerde akıllarına gelen her taktiği kullanarak %47 oy aldıklarında başladılar hâkim tepeleri ele geçirmeye. Ne de olsa orduyla anlaşmaları halen yürürlükteydi. Hemen hukuk, eğitim ve yönetim cephelerini ardı ardına açıp atağa geçtiler; Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi başkanı, YÖK başkanı derken memlekette başkanlık bırakmadılar. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna müdahale ettiler, Yargıtay’ın yapısını değiştirerek gücünü bölmeye çalıştılar. Ve en son eğitim sisteminin beyni olarak kabul edilen Talim ve Terbiye Kuruluna müdahale ettiler.
Velev ki bu kadar hızlıydılar, türban sorununu da halletmeleri gerekiyordu. Ama aristokrasi sadece ordudan ibaret olmadığını ve hukuk cephesinden halen sağlam mevziler kaldığını göstermeye çalışan öteki aristokratlar, seksen yıllık birikimleriyle Anayasa Mahkemesinin önünde, hınzırca gir gülüşle kapatma dilekçesi ellerinde bekliyorlardı.
Oyunu kazanacaklarını sanırlarken yeniden köşeye sıkışmışlardı, aristokratların piyonları, atları, filleri, kaleleri hamleler yapmış, şah çekmişlerdi. Aristokratların ayağını yeniden kaydırmak gerekiyordu ama lanet olası muz kabuğu neredeydi?
Kısacık ömrüne fethullahçılığı, gazeteciliği, ajanlığı, hahambaşılığı sığdırmış firari bir eşcinselin elindeydi o muz. Sekiz yıl önce polis sorgusunda yediği muzun çürümüş olduğuna bakmadan hemen başına üşüştüler. Dalgalar onuncu sefer sahile vurduğunda kendilerini yeniden bindiği dalı kesmeye çalışan Nasrettin Hoca gibi hissetmeye başladılar. Bir taraftan üzerinde durdukları devlet yıpranmaya başlamış, diğer taraftan işin ucu Fethullaçılara, CIA’e dolayısıyla kendilerine dokunmaya başlamıştı.
Sonuç: Deli tosundan akıllı buzağı olmaz…

demaniz@gmx.net

Hiç yorum yok: