Sayfalar

Fotoğrafım
İnsanın kendi hakkında ne diyeceğini bilmesi için bu konuda ayrıntılı bilgiye sahibi olması gerekiyor. yani insan önce kendini tanımalı... ve bunun içinde ben kimim sorusunu kendisine sorup yıllarca sürecek bir kovalamacanın içerisine girmesi gerekli. açıkçası ben kendime bu soruyu şöyle adam akıllı maskelerimi çıkarıp, aynanın karşısına geçip soramadım.. Ayrıca bu iş için insana biraz da cesaret lazım... her yiğidin harcı değil anlayacağınız...

19 Kasım 2009 Perşembe

Ali Bulaç Marx’a Meydan Okurken Gıdıklıyor Bizleri

İnsanın mizah anlayışı çok tuhaftır, bazen duvardan paldır küldür düşen gariban birine, bazen de salya sümük ağlanması gereken yerde “sinirden” güleriz. Argo kelimeleri günlük hayatta belki ayıplarla dilimize dolarız ama Karikatürlerde karşılaşınca basarız kahkahayı. Dalga geçmek de öyledir, “aaa ne kadar ayıp” demek herkes için rutin bir kullanımdır ama bunu iyi yapan biri (Huysuz Virjin gibi) gülmekten gözlerinizden yaş getirebilir.

Ama bazen de ciddi bir şeyler anlattığını sanırken karşısındakini iki eliyle gıdıklarmışçasına beter edenler bizi güldürür, tıpkı yeni konuşmaya başlayan çocukların ya da Ali Bulaç’ın yaptığı gibi.

Salça etkili bilgi bombaları olan Türk medyasının her biri birbirinden merdane köşe karalayıcıları pimi çekti mi, taş üstünde taş bırakmazlar. İslami cenahın müthiş sosyologu Ali Bulaç da bunların önde gidenlerinden biridir. Zira o aynı zamanda bir teorisyendir, Marks’ı çoktan sollamış, Rousseau‘yu basitliği ile çok geride bırakmıştır. Gelecek tüm kuşaklar Ali Bulaç’ın zihninden bir güneş ışığı gibi yeryüzüne yansıyan düşünce sistematiğinin oluşturduğu düzen içerisinde büyüyeceklerdir. Bu, bu kadar basittir, lamı cimi yoktur. Kalemi bir direksiyon misali elindedir ve dünyaya yön vermektedir…

Ali Bulaç ismi geçince hemen kahkahanızı atmayın, sabırlı olun, zira konumuz Afganistan ve Irak’taki masum insanları öldürenlerin eşcinsel askerler olduğu yönündeki saptaması değildir. Daha derindir… Konu demokrasi, dolayısıyla tüm insanlığın geleceğidir.
İşte size o müthiş sapma, saptama ve saplantılarla dolu yazısı, Zaman, 20 Mayıs 2009.

***

Modern dogmalar, mutlakiyetçi gruplar

Uzun zamandır “müzakereci siyaset” diye kavramsallaştırmaya çalıştığım şeyin hem muhtevasını hem sınırlarını belirlemeye çalışırken, amacım Batı’nın bıraktığı yerden yeni bir demokrasi imkânını araştırmaktır.

***
Dedik ya o bir teorisyendir. Tabii ki ayıp olmasın diye, “ben teorisyenim, ben teorisyenim” diye böbürlenmiyor. Peki ne yapıyor, kaç bin yıllık demokrasi düşüncesini on binlerce batılı bilim adamının elinin altından çekip alıyor ve ona bir yön veriyor. Adı; Müzakereci Siyaset. İki kelime de Arapça kökenli, yani yerli, yani İslami, yani bizden. O zaman tamamdır. İlk akla gelen “karşılıklı görüş alış verişinin olduğu siyasi sistem” oluyor. Ama sanki şu Gramsci’nin Sivil Toplum görüşünü çakması gibi bir his doğuruyor. Biz yine de önyargılarımızdan arınıp devam ediyoruz.

***
Özetle iddiam şudur: Tarih içinde, ama özellikle 19. yüzyıldan başlayarak 21. yüzyıla kadar Batı’nın geliştirdiği demokrasinin referans çerçevesini kadim medeniyetlerde bulmak mümkün. Batı haklı olarak ve anlaşılabilir sebeplerle özellikle Atina Site tecrübesini öne çıkardı. Ancak şunu hepimiz kabul ediyoruz ki, sadece özgür erkeklerin katıldığı Atina demokrasisi ile sınıfsal temellere dayalı Batılı demokrasiler arasında uçurumlar kadar fark var.

***
Dikkat; teorisi değil, sadece iddiası budur. Ay ne de alçak gönüllü bir şahsiyet di mi! Neyse, bize demokrasinin kökenin Atina site devletleri olduğunu hatırlattı. Kafanızda belki “bunu ilkokulda öğretiyorlar, ne var bunda” gibi bir düşünce peyda olabilir ama bir bildiği var ki, bunu söylüyor. Batılı çağdaş demokrasi ile arasındaki farkı da ilkokulda öğrettikleri için hemen geçiyoruz.
Sıkı durun, merakınız sonra eriyor ve bir sonraki paragrafta teorisini açıklıyor.

***
Geldiğimiz noktada Batılı demokrasiler de her sorunu çözmeye yetmiyor; siyasal çoğulculuk yanında sosyo-kültürel çoğulculuğu sağlayamıyor ve kendilerini lobilerin, devasa şirket ve çıkar gruplarının derin etkisinden kurtaramıyorlar. Medyanın araya karışması ve pop kültürün yaygınlaşması sonucunda da demagoglar, muhteris ve kifayetsiz siyasetçiler tarafından da yozlaştırılıyorlar. Bu aşamadan sonra demokrasinin yeni entelektüel-felsefi kaynaklardan beslenip işleyen süreç içinde kendini yenilemesi, zenginleştirmesi lazım. Benim iddiam, bunun İslam’ın irfan kaynaklarından hareket edilerek sağlanabileceği hususudur. Buna da “müzakereci siyaset” ve eğer kristalize edebilirsek “müzakereci demokrasi” denebileceğini düşünüyorum.

***
Batılı demokrasiler son sınırına ulaşmış ki, bu yüzden bizimki (sosyolog Cüneyt Arkın’ımız) dünyayı kurtaracak yeni bir teori geliştirme ihtiyacı duymuş… Ve biraz dikkatli okursanız sorunların temelinde kapitalizmin özünde yatan hastalıklar var. Ama tüm bu sorunlara kaynaklık eden kapitalizme yönelik tek bir eleştiri (nedense?) yok. Adamın günahını almayın hemen, unutmuştur belki. Komünistlerin yüzyıla yakın bir süre içerisinde binlerce milyonlarca kez dile getirdikleri eleştirileri Ali Bulaç bir kez daha tekrarlamanın dışında tam bir şey sunmuyor derken, ortaya atılıyor “bundan sonrası İslam’ın işidir” diyor ve bir adım daha atarak “müzakereci demokrasi” diye bir kavramlaştırmaya gidiyor.
Tabii ki siz yazının geri kalanında saf saf “İslam’ın demokrasiyi nasıl geliştireceğini” okuyacağınızı düşünüyorsunuz, hemen söyleyeyim, boşuna hevesleniyorsunuz. Yok öyle bir şey. İslam ve demokrasi ikilisinin yan yana geldiği tek bir cümle bile yok yazının geri kalanında. Her şeye rağmen siz yine de unutmayın, Hristiyanlıktan farklı olarak toplumsal hayatın tümünü şeriat adı altında düzenleyen, devlet kilise ayrılığı gözetmeyen, çok güçlü bir Tanrı anlayışı altında mutlak teslimiyeti vaaz eden İslam, demokrasinin bundan sonraki tek çıkış yoludur.

***
Müzakereci siyasetin yeni bir demokratik perspektife imkân vermesini engelleyen önemli engellerden biri “laik dogmalar”ın kendilerini yasal güvenceler altına alıp, bunları savunan veya varlıklarına kimlik olmalarını sağlayan toplumsal grupların bu sayede kendilerini “dokunulmazlık zırhı” arkasına saklamalarıdır. Son “eşcinsellik tartışması” bunun somut örneklerinden biri oldu.

***
Ve baklayı ağzından çıkarıyor, hedefini gösteriyor ve tetiğe asılıyor. Müzakereci siyaset dediği ve aslında çocuk saçmalıklarından (ne yazık ki eksiği olmayıp) fazlası olan düşüncenin önündeki engelleri ortaya koyuyor; laik dogmalar, siz Kemalistler olarak okuyun. Yasal dokunulmazlık zırhının arkasına saklanıyorlarmış bu adamlar.
Ve son cümle. Bu son cümle aslında bu yazının yazılma nedeni. Herkes üzerine gülünce, kendi saçmalıkları değil de, laiklerin gülünç olduğunu söyleme cesaretini kendinde buluyor.

***
Demokrasilerde en yüksek değerin düşünce ve ifade özgürlüğü olduğunu biliyoruz. Bu özgürlükten anlaşılan, yeni düşüncelerin özgürce dile getirilebilmesi; kamu otoritesinin karar ve icraatlarının eleştirilebilmesi; karar alma süreçleri üzerinde etkili olunabilmesi ve her toplumsal grubun diğeriyle olan farklılığını belirleme, farklılığını koruma hakkını savunabilmesidir. Bu, özgürlüğün kâmil anlamda kullanımını gerektirir.

***
Bu cümleleri iftiharla yazan Ali Bulaç’a sorulması gereken kaçınılmaz sorular: Madem demokrasilerde düşünce ve ifade özgülüğü en önemli değer, o zaman neden eşcinsellere saldırıyorsun? Ve onları canilikle suçluyorsun? Sen de çok iyi biliyorsun ki, eşcinseller bugün tüm ülkelerde (Avrupa da dahil) kendi kimliklerini ifade etme güçlüğü yaşıyorlar. Madem demokrasinin tıkandığını ve gelişmesi gerektiğini düşünüyorsun, onlara insanca yaşam hakkını verilmesini neden savunmuyorsun? Batılıların demokrasisini beğenmeyip, ona biraz da şeriat ilave edelim derken baskı gördüğünü bağıra çağıra söylüyorsun da, başkaları baskı görünce bırak onların haklarını savunmayı, neden sapıklıkla suçluyorsun? Yapma Ali Bulaç, komik oluyorsun.

***
Ancak giderek birtakım gruplar kendilerini kanuni korumalar altına alıp, her türlü eleştiriden muaf tutmaya başlıyorlar ve bunların sayıları giderek artıyor. Bugün “Yahudi soykırımı” aleyhinde konuşmak suçtur. Son yıllarda bazı Avrupa ülkeleri, “Ermenilere soykırım uygulanmadığını iddia etmeyi” suç kategorisine soktu. Tabii ki Türkiye de “soykırım iddiası”nı suç saymaktadır. Avrupa aynı şekilde eşcinsellerin tercihlerinin ve yaşama biçimlerinin eleştirisini suç sayıyor. Eşcinseller Avrupa’da birçok ülkede bu dokunulmazlığı ele geçirmiş bulunuyorlar. Dahası, AB cinsiyetçi olduğu gerekçesiyle ‘miss’ ve ‘mrs’ hitaplarının yasaklanmasına karar verdi. Buna göre çeşitli dillerde olan “madame, mademoiselle”, “frao, fraulein”, “senora, senorita” gibi kelimeler kullanılmayacak. İskoç milletvekili Struan Stevenson haklı olarak yakınıyor: “AB kurumlarının gaydayı yasakladığını, muzların şeklini belirlediğini gördük, şimdi de kendi dilimizde hangi kelimeyi kullanacağımızı söylüyorlar.”

***
Kemalistlerden sonra eleştiri oklarını batılı Hıristiyanların böğrüne saplamaya başlıyor. Ali Bulaç öyle bir demokrasi militanı ki, eleştirilerden kimse yasal korumaların arkasına saklanmamalı diyor. Diyor demesine de, biz merak ediyoruz, acaba kendi geliştirdiği o müthiş müzakereli siyaset teorisinde de eleştiri diye bir şey var mıdır diye. Zira İslam’da sorgulamanın günah olduğunu çok iyi biliyoruz.
İkinci olarak soykırım meselesi insanın vicdanı ile alakalıdır. O yüzden tıpkı özel mülkiyetin egemenler için yasaların koruması altına alınmaları gibi, soykırımın da yasal korumaya almaları bi o kadar sakattır. Tabii ki Ali Bulaç’ın meselesi vicdan falan değildir, ileride Yahudiler ve Ermenilere olan dostane ! düşüncelerini rahatlıkla ortaya koyamamaktan korkuyor. “Bırakın rahat rahat küfür edelim” diyor, sizin anlayacağınız.
Üçüncüsü eşcinseller hiç de onun bahsettiği şekilde Avrupa’da dokunulmazlıklarını ele geçirmiş falan değiller. Bir buçuk yıl önce Avrupa’dan döndüm ve sekiz yıl orada yaşadım, eşcinsellerle tanıştım ama hiçbirinden düzene dair olumlu bir şey duymadım. Hatta sorunlarını anlatırken gözlerinin dolduğuna şahit oldum. Merak etmesin Ali Bulaç, oradaki Katolikler kendisi gibi düşünenleri aratmıyor. Tıpkı onun gibi eşcinselliği hala bir psikolojik hastalık gibi görenlerin oranı belki buradan daha fazla. Ve tıpkı buradaki gibi çok büyük bir kısmı kendilerini saklamak zorunda kalıyorlar. Dokunulmazlıklarını ele geçirmiş demekle sanırım bir elin parmakları kadar Avrupa ülkesinde evlenme haklarına kavuşmalarından bahsediyor.

Cinsiyetçi tanımlamalara gelecek olursak; bu kelimelerin anlamlarını bilmeyen yanlış anlamasın, bu bay-bayan demek değil. Evli ve bekâr (bakire) kadınlar için kullanılan hitap şekilleri. Üstelik almanca frao diye yazılmaz, Frau diye yazılır Ali Bulaç. Ve en son yapılan araştırmalarda bakireliğe veda yaşı Almanya’da 12 idi. Yani artık gerçekten gereksizleşmiş bir hitap şekli. O kadar gereksiz ki, sekiz yıl boyunca hiç kullanıldığını duymadım. Ama Ali Bulaç için bekaret çok önemli, kadının namusu, yani her şeyi.
Ve muzların şeklinin AB tarafından belirlenmesi. Ali Bulaç kapitalizmin ne olduğundan habersiz olduğu için, doğal olarak standardizasyon denen şeyden de aynı şekilde bihaber. Güzel insan, bu kapitalizmin çok büyük miktarlarda üretim yapmasının zorunlu bir sonucu, yani aşırı komplike olmuş hayat tarzı bunu gerektiriyor. Senin ülkende hiçbir kural kanun işlemediği için olanlara şaşırma ama diğer kapitalistler bunu mecburen yapmak zorunda kalıyorlar.

***
Batılı demokrasiler farkında olmaksızın entelektüel bir kısırlığa düşüyorlar. Her grup kendini eleştiriden muaf tuttukça, düşünme alanı biraz daha sınırlanmaktadır. Umberto Eco, bunun bir tehdit olduğunu düşünüyor: “Batı bakış açısından mutlak hakikat değeri olmadığından, her şey daima müzakere edilir. Ve ne kadar edilirse o kadar iyidir.” Eco öyle diyor, ama kendilerini yasal koruma altına alan gruplar Batılı demokrasileri zihinsel açılımlara kapatıyorlar, bunu da kendi ideolojilerini, düşüncelerini dogmalaştırarak yapıyorlar. Laik dogmalar demokrasileri öldürüyor, gücü ve avantajı ele geçiren gruplar Ortaçağ’daki gibi kendilerini mutlakiyetleştiriyorlar.

***
Evet, sonuç olarak Ali Bulaç’a göre demokrasinin önündeki en büyük engel laiklik. Aslında tek suçlu Ali Bulaç değil. Ona Sekülarizm’i bir şekilde kendilerine iktidar dayanağı yaparak anlatan (laiklik düzmecesiyle) Kemalistlerin suçu. Şimdi zamanım olsa bir çocuğa masal anlatır gibi Ali Bulaç’a da sekülarizmin 17. Yy dan sonra nasıl ortaya çıktığını, aydınlanmayı, ulus devletlerin ortaya çıkışını, dünyevileşmeyi anlatacağım ama inanın zamanım yok…

demaniz@gmx.net

Benzer yazılar :

Hiç yorum yok: