Sayfalar

Fotoğrafım
İnsanın kendi hakkında ne diyeceğini bilmesi için bu konuda ayrıntılı bilgiye sahibi olması gerekiyor. yani insan önce kendini tanımalı... ve bunun içinde ben kimim sorusunu kendisine sorup yıllarca sürecek bir kovalamacanın içerisine girmesi gerekli. açıkçası ben kendime bu soruyu şöyle adam akıllı maskelerimi çıkarıp, aynanın karşısına geçip soramadım.. Ayrıca bu iş için insana biraz da cesaret lazım... her yiğidin harcı değil anlayacağınız...

19 Kasım 2009 Perşembe

Ezel Dizisi ve İnsanın Ebedi Duyguları

Ezel’i izlerken alınması gereken menü “soğuk yemekler” listesinden seçilmelidir, zira dizinin üzerinde durduğu ocakta koca harflerle “ intikam” yazmaktadır ve herkesin bildiği gibi “intikam soğuk yenen bir yemektir”.

Bu soğuk yemeğin yanında mutlaka yudumlanması gereken içecek ise tabii ki “aşk şarabıdır”. Kendisine ihanet etmiş, mahpus damlarına göndermiş ve bununla da yetinmeyerek en yakın arkadaşı ile evlenmiş bir kadına hala âşık olmak için zaten ya süzmelik derecesinde saf ya da zumluk ayarında sarhoş olunmalıdır.

Ve son olarak dizini tuzu biberi ise maalesef neredeyse her sahnede tekrarlanan ”güvenmek salaklıktır” vecizesidir.

İntikam-Aşk-İhanet üçlüsü üzerinden abartılı dozla ”gerçek hayatın hallerinin” verilmesi reyting aletlerini son voltajına kadar fazlasıyla zorluyor bu aralar. Bence Ezel ve Eyşan’nın çoğu insanın rüyalarında da rol almalarının nedeni yaptıklarının/başlarına gelenlerin gerçek hayatla örtüşmeleri.

Gerçek hayatta hiç durmadan vukuu bulan iğrençliklerden birer kesit, potpori sunuyorlar aslında bize. İki de bir tüm bu yaşananlar “Acı ama Gerçek” deyip duruyor dizinin diyalogları.

Zaten izleyiciler kendilerini karakterle özdeşleştirdikleri ölçüde dizileri beğenirler. Bu da bize tıpkı dizideki karakterler gibi gerçek hayatta ihanete uğradığını düşünen insanların sayıca fazla olduğunu gösteriyor. Ama sadece bu kadar da değil, bunun yanında maddi vs. nedenlerle sevdiğinden vazgeçenler, iyi bir hayat sürmek için gerekirse en yakın arkadaşına bile kazık atmaktan çekinmeyenler olduğunu gösteriyor…

Dizi aslında bize çaktırmadan gerçek hayattan sorular sorarak ilerliyor. Mesela “insan hasta kardeşi için aşkına ihanet etmeli midir?” ya da “en yakın arkadaşları para için insanı (ihanet edip) öldürür mü?” vs. Aslında tüm bu sorular temelden gelen ama dillendirilmeyen başka bir soruya dayanıyor.

Gerçekten ilginç bir sorudur söz konusu olan. Aynı zamanda soruyu ağzına alanlar Meryem Anadan başlayacak kadar gerilere giderler. Çünkü soru insanlığın içine yerleşmiş, belki de çoktan özüne sirayet etmiş en temel sorularından biridir. O soru, ki Komünizm tartışmalarına da analık etmiş, büyük ideolojik çatışmalara bile sebebiyet vermiştir.

Evet, sorumuz şudur; “İnsan iyi midir, kötü müdür?”.

Komünistler “iyi” derler, rakipleri ise “hayır efendim ne münasebet. İnsan besbelli kötüdür be” diye karşılık verirler. Hıristiyanlar “günahkârdır insanlar” der, diğer birçok din gibi hemen doğru yolu gösterdiğine inandıkları tabelaları işaret ederek itaat talep ederler.

Farz edelim içleri kara olsun tüm insanlığın.

İnsan kötüdür, mödütür, tamam da, asıl önemlisi “ne kadar” kötüdür? Bunun bir derecesi var mıdır? Varsa ne kadardır? Bu dizi işte bunu soruyor. Ve gerçek hayatla bağlantısını kurmaya çalışan bir Televizyon dizisi olarak durumu biraz abartıyla anlatmaya çalışıyor.



Aslında konusu eski Türk filmlerininki ile aynı. Annesi kördür. Para peşinde koşan, güçlü olmak için çırpınan sıradan tipler ve tüm bunlardan azade bir şekilde sadece aşkın peşinde koşan kahramanımız vardır. İntikam söz konusudur. Zenginler ve fakirler dalaşma halindedir…



Sonuçta karakterler şimdinin dizilerindekiler ile aynı ama sonuçlar (olanlar, olaylar) çok farklı.

Eski Türk filmlerinde para peşinde koşanlar filmin finalinde büyük bir hayal kırıklığı yaşar, mutsuz, umutsuz şekilde, tarifsiz bir ızdırab içerisine girerler. Hatta özür dilerler, af talep ederler.

Tüm Yeşilçam filmleri sonuçta bize tek bir şeyi anlatmaya çalışır: “Para ile mutlu olunmaz”. Ve bir de “insan onurunun” altını çizer.

Ve şimdi de şimdiki zamanın (post-neoliberalizmin) karakterlerine bakalım: Kankaları olan Ali ve Cengiz, -ki birisi sıradan bir tamirci, diğeri kumarhane çalışanı, fırsatını bulunca hemen kahramanımızı satar.

Ne için?

Tabii ki Para için, para, para.

Peki, sonuçta ne kadar pişmandırlar?

Pişmanlık mı? Ne pişmanlığı! Çoktan Kıbrıs’ta lüks bir kumarhane açmış, eşi ve dostuyla gayet mutlu bir hayat yaşamaktadır. Lüks namına ne varsa, çoktan ellerinin altındadır.

Milyon dolarlara kuruş muamelesi çekmektedirler. Sadece “az mutlu olan” vardır ve o da eşi Eyşan’dır. Gerçi kız kardeşi ve oğlu ile bir şekilde o da mutlu sayılır.

Sonuçta diziden şunu çıkarmak zorunda kalıyoruz: En yakın arkadaşına ihanet edenler, onun üzerinden zengin olanlar, gayet pembe bir “lay lay lom hayat” sürebilirler. “Siz de ihanet edin, mutluluğa yürüyün”… Arkadaşınızı mahpusa göndermekle kalmayın, karısına da göz koyun…

Mevzunun gerçekle bağını kurmak üzere, şimdi sokaktaki adama sorsak (gerçeği söylesin diye içki sofrasına çağırmak belki daha akıllıca olur), “bir yolunu bulup en yakın arkadaşını satmak pahasına zengin olmak ister misin?” diye, cevapların yüzde kaçı hayır olur? Bir elin parmaklarını çok geçer mi? Önce eğri oturun sonra cevabınızı verin…

Ha bir de, dizide “güvenmek salaklıktır” sözü vurgulanmak için ha bire tekrarlanıp duruluyor… O kadar çok her bir karakter tarafından tekrarlandı ki, bir süre sonra olması gerektiği gibi anlamsızlaştı. Kahramanımızın dizide tek yaptığı hata şu; başkalarına güvenmek.

Hadi başkalarını geçtik, aşık olduğu kıza güvendiği için kaybetmiş beyzademiz.



Tekrar bir sonuç daha çıkarıyoruz; Kaybetmemek için kimseye güvenmeyeceğiz, babamıza bile.

Neden güvenmiyoruz?

Çünkü insan kötüdür.

Ne kadar kötüdür?

Uğruna canını vereceğin sevgilin/arkadaşın seni para için öldürecek kadar kötüdür.

Kapitalizme (belki modernite demek daha doğru) adapte olamadığımız dönemlerde (15 bilemedin 20 sene evvel)“güvenmek salaklıktır” deseydi birisi, kesinlikle alaya alınır, dalganın her türlüsü geçilir ve en son ensesine bir şaplak indirilirdi. “Ulan insan başkalarına güvenmeden nasıl yaşar be salak?” denir ve toplum kapısın epey bir dışına itilirdi büyük ihtimalle.

Bir soru daha soruyoruz; Peki, dizide öğrendiğimiz kadarıyla kime güvenmeliyiz?

Mahpus damında tanıştığımız bunak bir mafya babasına. O bize gerçek hayatı anlatacaktır. Hatta bizi ölümden kurtaracak ve bununla da yetinmeyerek (babamızın oğlu olmadığı halde) milyon dolarlar bağışlayacaktır.

“İyi de, madem en yakın arkadaşıma, aşkıma güvenmemem gerekiyor, aksakallı mafya babasına neden güveneyim? diye soramadan duramıyor insan.

Güveneceğimiz tek kişi “aksakallı mafya babası” değildir. Bir de sığınacağımız kör bir anamız ve sahip çıkmamız gereken serseri küçük bir gardaşımız mevcuttur. Onlara yanaşıp hayatı öylece harcamalıyız.

Evet, gelelim bu kadar çok sorulan sorunun gerçek cevaplarına…

Cevapları bulmak için diziyi izlemenize gerek yok. Hiçbirisi dizide saklı değil zaten.

Gerçeği görmek için diziye değil, aralarda gösteren reklamlara bakmak lazım.

O kadar allanıp pullanan, fabrikadaki bantlarda oluk oluk akan malların bir şekilde satılması lazım. Onları almak için milletin parası ve çabası (isteği) olması lazım.

Ve tüm bunlar için çok ama çok çalışması lazım. Daha fazla tüketmesi lazım anlayacağınız, bunun için daha ve daha fazla çalışması lazım.

Herkesle rekabet etmesi lazım ki daha da verimli olsun. Tek olsun, yalnız olsun ama birey olsun. Sadece kendine güvensin. İntikam ateşindeki kadar hırslansın.

Daha fazla çalışsın, daha fazla tüketsin.

Kimseye güvenmesin, herkesi düşman bellesin.

Aşkitodan, Kankadan belki değil ama Mafya babasından iyilik beklesin.

Hep daha fazla para ve gücün peşinde koşsun.

Maddi çıkarlarını her şeyin üstünde tutsun vs. vs. vs.

Yani bu cennet vatanımız ekonomisi ilerledikçe, kültürü de ona ayak uyduracaktır. Sözün kısası; ahlakın onurun yerini para alacaktır. Ve birileri çıkıp bunu tv. Dizisi olarak sunacaktır, reyting aletlerini patlacaktır…

demaniz@gmx.net

Hiç yorum yok: